Sevim Güney

Sevim Güney

Gezelim,görelim

Gezelim,görelim

 Kocalarımızı bırakıp, dört kadın tatile çıktık. Valla “iffetsiz” diyecekler belki ama yemin ederim bizim öyle “direk” ile falan işimiz yok. Tamamen bir kültür gezisi. Memleketimizi gezip, görmeyelim mi yani?

Biz de, geziye gidene “yediğin içtiğin senin olsun, bize gezdiğin yerleri anlat” derler ama üzgünüm ben yediğimi, içtiğimi de anlatacağım. Meryem hanımın yaptığı, içli köfteyi, süzme mercimek çorbasını, mantıyı, açtığı yufkayı, anlatmadan nasıl  geçeyim?  Tuğba’nın yaptığı o güzel tatlıyı anlatmazsam yazık olur. Ne becerikli kadınlar var dedim, içimden. Bir iki gün sonra size bir çorba maceramı anlatayım da, gülmekten yerlere yatın. Neyse, geziye dönüyorum şimdi. Rehberimiz Tahsin, bizi nerelere götürmedi ki? İlk önce, Silifke, Mersin turu yaptık. Ardından ver elini Adana.

Adana’ya daha önce de gelmiştim. Belli başlı yerlerini az çok biliyordum. Görmediğim ne kadar çok yeri varmış meğer. O yayların güzelliği nasıl anlatılır ki! Armutoluğu yaylası varmış. Tekir diye bir yerden geçerek oraya ulaştık. Dağa doğru tırmanıyorsun. Tahsin’in deyimiyle bu yayla, “yan sanayi Nemrut”
Gece olmuştu yaylaya çıkarken. Allahım, başımı gökyüzüne kaldırdım, yıldızlara baktım. Elimle dokunsam tutacak gibiydim. Sarhoştum resmen gökyüzünde yıldızlarla flört ederken. Burası yaşadığım dünyadan çok öte bir yerdi.

 Koptum, gittim zaten. Issız, dingin, tertemiz hava. Ayakkabının sesi fazla geliyor bu sessizlikte.  Odaya eşyalarımızı koyup, o sessizlikte yürüyüşe çıktık. Gökyüzündeki yıldızlardan gözlerimi alamıyordum. Bir yıldız kaydı, “yıldız kaydı” diye çığlık attım. Yıldız görmüyoruz ki, kayanını görelim! Dilek tuttum tabii, merak etmeyin.

Bahçede bir ateş yakıp, sıralandık etrafına. Ateş, sessizlik, karanlık, yıldız, hepsi bir araya gelince adı “huzur” oluyormuş. Keyiften bir sigara yaktım. “Edepsiz” diyecek kimse de yok nasılsa...

İki gün, iki geceyi bu yaylada geçirdik. Gündüz gözüyle de burada olmak anlatılmaz bir şey. Bir tek Peter ile Heidi eksikti. Galiba benim  dağlarda yaşamam lazım. En azından yılın bir kaç ayını. 

Buz gibi sular, çeşmeden hem de ücretsiz. Musluğumuzdan akan suyu içemediğimiz için, suyu fazla kullanmaya kıyamıyor insan.
Aşağı indik sonra. Şehire yani. Dengem bozuldu. Dengeyi yeniden bulmak için, ertesi gün yine düştük yollara. Bu defa, Belemedik diye bir yerdeyiz. Çakıt suyu kenarına kurulmuş bir yer.  Giderken geçtiğimiz yollarda fotoğraf çekmekten, 10 dakikalık yolu, iki saatte aldık. Öyle güzel renkler ki. Her bir ağacı fotoğraflamak istiyor insan.

Ağaçlar, sonbahar renkleri ile rengarenk. Pişti olmamak için , her biri başka renk giymiş sanki. Burada da uzun uzun hayranlıkla gezdikten sonra, Recep Ağabey’in  mekanına girdik. Günün piyangosu, Recep ağabeydi işte.  Kulaklarımda onun bağlama ile çalıp, söylediği türkü, aklım Pozantı’da ki dağ evinde...
Aldı eline bağlamasını, “Madem soysuz gönlün bende yok idi, niye doğru yoldan şaşırttın beni”
Anlatılacak daha çok şey var, şimdilik bu kadar. Devam edeceğim anlatmaya...
Sevgiyle kalın
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sevim Güney Arşivi