ÇOK GÜZEL BİR ’KALP KRİZİ’ GEÇİRDİM...

ÇOK GÜZEL BİR ’KALP KRİZİ’ GEÇİRDİM...
GAZETECİ BAHRİ KAYAOĞLU ÖLÜMÜN KIYISINDAN DÖNDÜĞÜ O ANLARI YAZDI: ÇOK GÜZEL BİR ’KALP KRİZİ’ GEÇİRDİM...
Kalp krizinin güzeli olur mu?
Elbette olmaz
Peki, neden başlığa bu ’çok güzeli’ koydum
Biraz sonra okuyacağınız metin, yaşanmış bir gerçek öyküdür.
20 saat içinde 4 kez kalp krizi geçirip yaşama dönen birinin (ki o benim), bu safhada kendisini hiç yalnız bırakmayan arkadaşlarına, dostlarına ve akrabalarına olan minnetin ifadesidir. 
Gösterilen sevgi seline cevaptır.
İyi ki hayatımın içindeler
Bu hikâyede ’çok güzel’ olan tabi ki onlardı
Buyurun okuyun hikâyeyi şimdi ve içindeki ’en güzelleri’ kendiniz görün

‘İstanbul’dan babam gelmiş’ Zemheri ayaz beklerken yaz

sıcağı koynunda bir Cumartesi sabahında Ankara’ya iniyorum. Uzun süredir görmediğim Defne torunu görmeye gelmişim. Damadım Ozan Gökbakar otogardan alıyor beni. Çankaya’daki eve varıyoruz. Kızım Filiz,  ‘İstanbul’dan babam gelmiş’ havasında. Sevinç ile kucaklıyor beni. Gündüzümüz Defne’yi mıncıklamak, yeni yeni öğrendiği kelimeleri tekrarlattırmakla geçiyor. En iyi öğrendikleri de hayvan sesleri. ‘Kedi nasıl konuşuyor’ diye sor, öyle bir ‘miyaavvvvvv’ der ki odada gerçekten kedi var sanırsın. Kızın zaten geninde şovmenlik var. Şahan Gökbakar’ın yeğeni. Daha 1.5 yaşında ama tam bir hayvanlar alemi dil bilimcisi. Buradan Acun’a duyurulur: ‘Yetenek Sizsiziniz ’in yeteneği orada duruyor işte…

Neyse, reklamları bitirelim 

***

Dünürüm Nejat Gökbakar Deniz Kuvvetleri’nde görev almış bir subay emeklisi. Dünya ülkelerinin tamamını dolaşmış biri. Gündüzden haber vermiş; uzak doğu ülkelerine mahsus deniz ürünlerinden bir kokteyl hazırlayacak. Akşam yemeği ziyafetine 20.30 gibi oturuyoruz…

Birkaç saat önce başlayan sırt ağrım var. Aslında bu ağrı birkaç aydır var. Zaman zaman beni iyi terlettiği de oluyor ama bugünkü ağrıyı, ‘üşüttüm’ galiba diyerek suçu Ankara havasına atıyorum.

***

Yemeğin sonuna doğru sol omuzumun altından sırt bölgeme hançer saplanmışçasına aniden bir ağrı giriyor. Bir iki dakika içinde önce omuzuma sonra kollarıma iniyor. Göğsüme baskı yapıyor. Nefes alamıyorum. Ter içinde kalıyorum. Daha önceki sırt ağrılarına benzemiyor. Hayatımda ilk defa karşılaştığım bir ağrı bu. Kaskatı kesiliyorum. Düşmemek için oturduğum koltuk kenarına yapışıyorum sıkıca. Yüz hatlarımın gerildiğini, damarlarımda kanımın adeta çekildiğini hissediyorum…

Durumumu ev sahibem Meltem Hanım fark ediyor önce.

“Bahri Bey iyi misiniz?

Nejat Bey, Ozan ve kızım koşturuyorlar telaşla. Getirilen havlu ve kolonya ile yüzüm siliniyor. Sırtıma, boynuma masaj yapılıyor. Sırılsıklam olan gömleğim, atletim değiştiriliyor. Sırtımı boydan boya saran bir yün korse giydiriliyor. 15-20 dakika süren bu şiddetli sancı birden yok oluyor. Üstümde ağır bir yorgunluk bırakıyor ama rahatlıyorum yeniden. Meltem Hanım bu durumun normal olmadığını söylüyor. Kalp krizi olasılığına atıyor ortaya. Fakat hem ben, hem diğer hane halkı bu ihtimali anında ret ediyoruz. Basit bir üşütme bu sadece. Ankara havasının beni nasıl çarptığı dedikodusuna devam ediyoruz…

***

Saat 23.10 – İki saat önce anamı ağlatan sancı aniden tekrar başlıyor sırtımın orta yerinde. Fakat bu defa daha etkili. Bir önceki tek hançerdi, bu üç-dört hançerin birden batırılışı gibi sanki. Ağrı omuzlarıma ağır bir külçe gibi biniyor, oradan iniyor kollarıma. Yeniden kaskatı kesiliyorum. Damarlarımdan kanımın çekildiğini yeniden hissediyorum. Anında ter boşalıyor başımdan vücuduma. Göğsüme baskı yapan şiddetli ağrı adeta nefesimi kesiyor. ‘Ah, ahh, ahhh’ diye kesik inlemeler dökülüyor dilimden. Panik içinde herkes…

Meltem hanım olaya anında el koyuyor. ‘Derhal hastaneye götürülecek Bahri Bey’ talimatını veriyor. Nejat Bey koşup garajdan arabayı çıkarıyor. Bindirilip götürülüyorum hastaneye…

***

23.30 – Özel Çankaya Yaşam Hastanesi Acilindeyiz.

Birkaç hemşire ve görevli oturmuş derin bir sohbetteler. Durumu anlatıyoruz. Umursamaz bir tavır var arkadaşlarda. Nejat Bey dayanamıyor; derhal EKG’nin çekilmesini ve kan tahlili istiyor. Hemşire kızımız, yandaki odaya alıp damarıma iğneyi adeta daldırarak alıyor kanımı. “Sen misin sohbetimizin içine eden?” der gibide bakıyor yüzüme…

EKG çekiliyor…

Bu arada gözlerini ovuşturarak, asık suratı ile kirli sakallı biri geliyor.

Doktor beyefendiyi ya uykusundan kaldırdık ya da TV başında dizi film izliyordu.

Rahatsız ettiğimiz için acaba özür dilesek mi düşüncesindeyim...

Hemşirenin uzattığı, 10.02.2018. 23.33 tarih ve saati yazılı EKG kâğıdıma şöyle bir bakıyor…

“Üşütmüşsünüz… Sırt ağrınız o yüzden… “

Hay Allah razı olsun senden… ‘Bak yalancı çıkarmadı beni’ diye geçiriyorum içimden.

Ee peki, şimdi ne yapacağız…

“Hemşire hanım kas gevşetici bir iğne vuracak size”

“Yav iğneden falan korkarım ben… Bu iğnenin toz halinde içileni falan yok mu?” diyecek oluyorum. Ters ters bakıyor yüzüme…

“İğneyi vurulacak mısınız vurulmayacak mısınız?”

Geçirdiğim iki şiddetli ağrının tekrarlanmasını asla istemiyorum. Dr. Beyin beni neredeyse dövecek olmasından da korkuyorum…

“Tamam, vursun” diyorum.

Hemşire hanım, kaba etime tekrar daldırıyor kocaman iğneyi. Rahatsız edilme öcünü bir daha alıyor benden…

Kan tahlili sonucumu soruyorum.

“1,5 saat sonra çıkacak. Beklemenize gerek yok. Zaten rahatsızlığınız üşütme. Aksi bir durum olursa biz sizi cepten ararız.”  deyip gidiyor doktorumuz.

Hemşire hanım, 0312.4965151 tel no yazılı bir kâğıt tutuşturuyor elime.

“Siz de arayıp sonucu öğrenebilir siniz” diyor. 

Çıkıp gitmeye hazırlanıyoruz. ‘Ödeme’ bölümünde görevli arkadaş, ‘hop nereye’ der gibi sesleniyor bize.

“Borcunuz 42 TL.”

Emekliyim. Sosyal güvencem var. Üstelik ‘ACİL’e gelmişim. Ücret alınmaması lazım ama ensemi kaşıya kaşıya ödüyorum parayı. İyi mi?

Dönüyoruz eve…

Aşırı derecede yorgunum. Sırtımda hala hafif bir ağrı var ama üşütmüşüm işte. İğnemi de vurulmuşum. Gönlüm rahat. Uykuya dalarsam sabaha bir şeyciğim kalmaz düşüncesindeyim…

***

11.02.2018 - Saat 09.00 - Gece hastaneden aranmadığımıza göre ‘kan tahlili sonucu temiz çıktı’ muhabbeti yapıyoruz kahvaltıda. Yine de arıyorum verilen numarayı. Karşımda ses kaydı bir telesekreter… Şuna bas buna bas yönlendirmesi yapıyor ama canlı biri çıkmıyor maalesef karşıma. Yarım saat kadar uğraşıp vazgeçiyorum Yaşam’ı aramaktan…

***

11.02.2018 - Saat 12.00 - Ankara’dan İstanbul’a hareket eden Kamil Koç firmasının 16 SOP 77 plakalı otobüsü ile seyahat ediyorum. (Firma adı vererek reklamını yaptığımı sanmayın. Kaptanı Murat Kolancı’nın hayatıma kattığı değeri öğrendiğinizde hak vereceksiniz.) Ankara dışına çıkmak üzereyiz. Gece iki defa geçirdiğim sancı tekrar giriyor, sol omuz hizası sırtımdan içime…

Aynı durumlar tekrarlanıyor...

Aklıma ilk gelen sadece şu: “10-15 dakika kadar sürüyor bu sancı. Oğlum Bahri dayan…”

Başımı ön koltuğun arkalığına dayayıp, yumruk yaptığım ellerimle başımı tutuyorum. Terim, büyüyen gözlerimden akan gözyaşıma karışıyor. Saatime bakıp dakikaları sayıyorum… Beş… Yedi... Dokuz… Her dakika sanki bir ömür… Öyle yavaş dönüyor ki yelkovan, geçmiyor saniyeler. 20 dakika kadar sonra yavaşlayan ağrı nihayet çekiliyor vücudumdan. Tonlarca yük taşımış bir yorgunlukla yığılıyorum koltuğuma…

Ön sıralarda tekli bir koltukta oturuyorum. Karşı sıramda biri yaşlı iki kadın, önlerinde bir çift oturuyor. Önümdeki koltukta orta yaşlı bir erkek. Arka koltuğumda genç bir kız. Kulaklarında kulaklık. Müzik dinliyor ya da film izliyorlar. Yanlarında adam ölüyor. Kimse farkında değil yahu…

***

Saat 14.45… İçinde bulunduğum otobüs mola yerine girmek üzere. Son 20 saat içinde dördüncüsü tekrarlanan rahatsızlığım başlıyor. O anda içgüdü dürtüsüyle, bir yakınıma haber verme gereği duyuyorum.

Gazeteci arkadaşım Okan Sarıkaya’yı arıyorum. Durumumu anlatıyorum…

Okan var ya, çok acımasız. Beni ‘kalpten götürecek’ müjdeyi (!) veriyor anında…

- Bahri, şu anda kalp krizi geçiriyorsun…

“Len yapma, altı üstü bir sırt ağrısı bu…” falan diyorum. Fakat sırtımdan göğsüme bıçak gibi saplanan bir sancı var. Omuzumdan kollarıma beton ağırlığındaki ağrı yine iniyor. Nefes alamıyorum. Doğal kaynak suyu gibi saçlarımın kökünden çıkan ter yüzüme ve boynuma akmaya devam ediyor…

Okan, anlattırıp tekrarlattırıyor bana ağrının oluş şeklini...

Ve kulağımın içinde çın çın sesi… Durmadan bağırıp duruyor…

- Oğlum şu an kalp krizi geçiriyorsun…

- Bir aspirin bul hemen…

- Sakın sigara içme…

- Su iç… Başka bir şey yeme…

- Ayakta durma, otur bir yere…

- Durmadan öksür…

- Derin derin öksür...

- 112’yi ara…

- Yanında kim var?

- Bulunduğun yeri söyle ambulans göndereyim…

- Telefonu kaptana ver, konuşayım…

***

Okan Sarıkaya ile yirmi dakika kadar sürüyor bu diyalogumuz. Hatta pazarlığımız…

112’yi arayıp ambulans çağırmayı/çağırtılmayı ret ediyorum. ‘Bu dağın başında, gelecek ambulans beni hangi hastaneye götürecek’ bahanesini öne sürüyorum. Bu arada sırtımdan göğsüme ve kollarıma vuran ağrı nöbeti biraz hafifliyor. Terlemem duruyor. Yeniden rahatlıyorum…

Okan hala telefonda. Tam bir inatçı keçi. Ambulans çağırıp en yakın hastaneye beni göndermeye ikna etmeye çalışıyor. Ben ondan daha inatçı keçiyim. Dün geceden beri bu ağrı gibi tam üç seans daha geçirmişim. Dahası rahatsızlığımın, ‘üşütmekten kaynaklı sırt ağrısı’ olduğuna dair sağlam belgem (!) var. Yalan değil. On saat önce ikinci seansını yaşadığım ağrı sonrası götürüldüğüm, Özel Çankaya Yaşam Hastanesi Acil Servis doktorunun EKG’me bakarak koyduğu teşhis aynen şöyle; “Üşütmüşsünüz… Sırt ağrınız o yüzden… “ Hatta iğneden korkuyorum dememe rağmen, “kaslarını gevşetir” diyerek, hemşire hanımın kaba etime soktuğu nah şu kadar (yanlış anlaşılmasın, başparmağımı gösteriyorum) iğnenin acısı hala duruyor, arka güvertemde…

Deneyimim var: İki-üç saatte bir, sol omuzumdan başlayıp on, on beş dakika kadar süren ağrı bana ne yapar ki? İstanbul’a kadar gelmek için ayak diretiyorum.

***

Mola bitiminde otobüsümüz harekete hazırlanırken telefonu kaptana vermeye ikna ediyor beni.

Ankara’dan buraya kadar sürücü koltuğunda olan kaptan, dinlenme süresine geçmeye hazırlanırken varıyorum yanına.

- Bir rahatsızlık geçiriyorum. Hatta bir arkadaşım var, sizinle görüşmek istiyor, diyerek telefonumu veriyorum kaptana…

***

Ohhh kurtuldum Okan’ın kulağımda çınlayan sesinden!  Derken, daha sonra adının Murat Kolancı olduğunu öğrendiğim otobüsün kaptanı başıma dikiliyor. Diğer yolcuları da paniğe sürüklemeden, ‘host’ dedikleri görevli kabin elemanına sakince talimatlar veriyor. Islak mendil, kolonya, su ve bolca kâğıt havlu geliyor. Sıkıca sarıldığım mont üstümden alınıyor. Gömleğimin düğmelerini çözüp temiz hava almam sağlanıyor. Terim silinirken göğsümün üstüne hafifçe masaj yapılıyor. Tansiyonum ve nabzım ölçülüyor… Bayağı yükselmiş tansiyon rakamlarını Murat kaptan telefonda Okan’a aktarıyor…

***

Okan’ı o an, ünlü kalp cerrahlarımızdan biri olan Ordinaryus Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos, Murat kaptanı da asistanı rolünde hayal ediyorum. Ankara – İstanbul otobanında son surat gelen bir otobüste, kalp krizi geçirdiğinden şüphelenilen bana, Prof.un talimatları ile asistanı kaptan Murat, ilk fiziki müdahale yapıyor…

Gazeteci değil de gerçekten tıp mesleğini seçse, Ordinaryus Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos’un adı yerine şöyle bir kariyer görebilirdik…

‘İçinde bulunduğumuz yüzyılın en iyi kalp cerrahı: Ordinaryus Prof. Dr. Okan Sarıkaya…’

***

Artık ne anlatıyorsa Prof.ümüz telefondan kaptana, küçük küçük fiziki müdahaleler devam ediyor. Derin derin öksürmemi teşvik ediyor. Ara ara ölçülen tansiyonum normal rakamına iniyor. O ağrıdan, terden eser kalmıyor vücudumda. Sapasağlam bir adam oluyorum. Ya da olduğumu sanıyorum…

Kaptan Murat, Okan’ın bazı talimatlarını aktarıyor bana. Son talimat şöyle; “İstanbul girişinde Mehmetçik Vakfı mola yeri var. Okan Bey oraya bir araç gönderiyor. Sizi alıp hastaneye götürecekler.”

- Yahu ne gerek var, diyorum. “İyiyim ben. Hiçbir ağrım sızım yok. Eve gidip dinlenirim ben…”

Dediklerimi aktarıyor Okan’a ve aldığı cevapla telefonu derhal bana uzatıyor…

“Kardeş teşekkür ederim, şimdi çok iyiyim. Bırak evime gideyim. Şu esir aldığın kaptanı da rahat bırak artık” falan diyeceğim ama benden önce o davranıyor.

“Lan sen manyak mısın? Dün geceden beri bu dördüncü diyorsun. Son krizi atlattığına şükret…” Ben hala “yahu üşüttüm, sırt ağrısı” falan diyerek geveleyecek gibi oluyorum. Lafı tıkıyor ağzıma. “Ne üşütmesi be… Sen şu an bir hastanede olmalıydın… Mehmetçik Vakfı mola yerinde bekliyor arkadaş. Alıp götürecek seni hastaneye…”

***

On beş dakika sonra varıyoruz mola yerine. Daha otobüs durmadan Mehmet Yeşil dayanıyor kapıya. Kaptana ve yolculara ilgileri için teşekkür ederek iniyorum. Okan’ın artık sesi yok ama talimatları duruyor. Mehmet koluma girerek arabaya götürüp bindiriyor.

“Nereye gidiyoruz” diyorum.

“Okan abi, Koşuyolu Kalp ve damar hastanesine götürmemi istedi seni, abi” diyor.

“Yahu bir şeyim yok, iyiyim ben. Eh madem bu kadar telaşlandı Okan, hatırı için gidelim” diyorum.

Arayıp konuşuyor. Beni aldığını, hastaneye doğru gittiğimiz bilgisini veriyor…

Mehmet Yeşil, Okan Sarıkaya’nın genel yayın yönetmenliğini yaptığı Yeni Birlik gazetesinin sayfa sekreteri, genç bir arkadaş. Hastaneye doğru yol alırken güncel olayları konuşup, memleketi birkaç defa batırıp sonra kurtarıyoruz… Hastaneye yaklaşınca bir sigara yakmak istiyorum. Bu mevzuya yine Okan’ı karıştırıyor Mehmet. ‘Vallahi söylerim’ diyor… “Söyleme, kıyameti koparır…” diyorum. Gülüyoruz halimize…

***

Saat: 17.25. Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim Ve Araştırma Hastanesi. Acil Servis Bölümü. Tahlil için kan alındı, bir buçuk saat sonra verilecek sonuç. Çekilen EKG’min çıktısını alarak nöbetçi doktor hanımın yanına gidiyorum.

Alıp bakıyor, tren hattı gibi zikzaklı şekiller çizilmiş kağıda…

“EKG temiz görünüyor. Kan tahlili sonucunuz çıksın tekrar konuşalım.”

Araya giriyorum: “Doktor hanım, müsaade ederseniz bir açıklama yapayım.”

Sırada bekleyen hastalar var. Geveze birinin gereksiz sorularla zamanını alacağı endişesi yerleşiyor yüzüne ama yine de ‘buyur’ diyor.

“Bakın geçtiğimiz günlerde İTO Başkanı rahmetli İbrahim Çağlar da aynı vakayı yaşadı. Gittiği hastanede EKG’si normal çıktı ama gönderildiği evinde dört saat sonra vefat etti…” diye damardan bir giriş yapıyorum.

Konuyu uzattığım için yüzü asılıyor ama tekrar alıp bakıyor EKG’me…

Ben konuşmaya devam ediyorum...

“Son bir gün içinde yaşadığım bazı rahatsızlıklar var. Anlatayım isterseniz, ona göre karar verin…” Bu kez pür dikkat kesilip yüzüme bakıyor; “Anlatın” diyor.

“Dün akşam saat 21.00 gibi yemek yiyorduk. Sol omuzumun kürek kemiği altına bir ağrı girdi. Aniden şiddeti arttı ve omuzuma, kollarıma yayıldı. Göğsüme baskı yaptı, nefes alamayacak duruma düştüm. Ter içinde kaldım… On dakika kadar sürdü bu durum. Sonra yavaş yavaş geçti ağrı…”

Hanım doktorun yüz ifadesinin değiştiğini görüyorum. EKG’mi tekrar eline alıp dikkatlice bakıyor. Bu sefer elindeki kalemle birkaç yerini daire içine aldığını görüyorum. Anlatmaya devam ediyorum.

“İki saat kadar sonra tekrar aynı ağrı sol omuzumdan başladı… “ dememe kalmadan doktor hanım araya girerek soru üstüne sorular sormaya başlıyor bana…

- Ağrı omuzlarına, kollarına, yüzüne yayıldı mı?

- Yayıldı…

- Birden mi geldi? Şiddetli miydi?

- Evet… Evet…

- Göğsünde ağrıyı hissetin mi? Nefes darlığın oldu mu?

- Evet… Evet…

- Terleme, bulantı…

- Evet… Evet…

Neredeyse; ‘yahu dediklerinin hepsi oldu. Yanımda mıydın, nereden bildin?’ falan diyeceğim ama doktor hanımı bir telaş sarıyor. Yerinden kalkıp çağırdığı görevlilere talimatlar veriyor.

‘Hastayı EKO odasına alın, derhal…’

Hasta ben oluyorum, her hâl…

Telefondan birine, ‘Acil’ diyor…

İki-üç hemşire birkaç erkek hasta bakıcı işi gücü bırakıp koşturuyor.

Sedye üstüne yatırılıyorum…

Tansiyonumu ölçüyor bir hemşire...

Bir diğeri nabzımı ve ateşimi…

“Yahu doktor hanım, daha üçüncüsü ve dördüncüsü var bu ağrının. Durun onları da anlatayım… Ama şimdi iyiyim. Telaş etmeyin…” falan diyorum ama dinleyen yok…

***

Ekokardiyografim (EKO) çekiliyor.

Ekrandaki görüntüye doktorlar ile birlikte ben de bakıyorum.

Ses dalgaları ile gelen görüntülere dikkatlice bakan doktor, yanındaki doktor arkadaşına dönmeden yavaş bir sesle soruyor.

“Benim gördüğümü sen de görüyor musun?”

Sanki bana sorulmuşçasına, ‘görüyorum’ diyorum…

Şaşkınlıkla dönüyor bana doktor. “Ne görüyorsun amca?”

‘Amca’ demesine bozuluyorum ama tepkinin yeri değil şimdi. :)

(Ahmet Tezcan'ın dediği gibi. 'Artistlik yapma len, ne amcası dede bile olduk' hâlbuki)

Gülerek cevaplıyorum; “Yarısı çalışmıyor…”

Gerçekten gördüğüm o...

Pür dikkat ekrana kilitlenen diğer doktorun fısıltılı sesini duyuyorum.

“Durmak üzere…”

Durmak üzere’ olan kalp, benim kalbim…

***

Telaşları gittikçe artıyor…

Doktorların verdiği talimatlar ile hemşire ve hasta bakıcılar koşuşturmaya başlıyor.

Yattığım sedyeden kaldırılmadan bir odaya alınıyorum. Üstümdeki her şeyi çıkarmam isteniyor. ‘Bari iç çamaşırım kalsın’ diyecek oluyorum, “hayır” diyor doktor. Kulağına aldığı telefonda konuştuğu kişiye, “çok acil… “diyor. Hemşirenin biri 3 değişik hap tıkıyor ağzıma. Biri, kolumun damarına iğne sokuyor, tıpalıyor, acil müdahale yatağı yapıyor. Nabzım, tansiyonum yeniden ölçülüyor…

Ben hala ciddiyetinde değilim işin, ‘Yahu iyiyim ben, durun biraz. Birkaç telefon etmem lazım. Eşime haber vereceğim’ falan diyorum...

Doktorum başıma dikiliyor.

“Amca, diyor. “Şu an kalp krizi geçirdiğinin farkında mısın?”

Bak yine ‘amca’ diyor, bari ‘abi’ de :)

Haydi, neyse kızgınlığımı belli etmeyeyim.

Arsız arsız gülümseyerek ‘galiba öyle’ diyorum…

***

Saat: 17.33 Koroner Yoğun Bakım Servisine alınıyorum. Artık doktorlarım farklı. ‘İŞLEM’ e hazırlanmam isteniyor hemşirelerden. Kelimenin anlamını önce anlamıyorum. Hemşire ve doktorlar tarafından o kadar sık kullanılıyor ki ‘işlem’ kelimesi.  Sonra dank ediyor cahil kafama… ‘Ameliyathaneye hazırlayın hastayı’ yerine, ‘işleme hazırlayın’ deniliyor. Tutuyorum bu kelimeyi. 10 puanı hak ediyor İŞLEM'in isim babası...

***

İşleme alınıyorum...

Başımda üç doktor, iki hemşire…

Ekrana verilen görüntüde kalbimi, içinde kan dolaşan damarları görüyorum…

Konuşmalardan çıkardığım sonuç şu:

Damarlardan dördünde sorun var.

Biri yüzde 95 kapalı…

Risk faktörü yüksek…

Arka arkaya geçirdiğim dört kriz kalp kapakçığını ve kılcal damarları zayıflatmış…

Zor bir müdahale olacak…

Açık ameliyattan vazgeçiliyor…

Stent takılacak bölümler belirleniyor ve ‘İşlem’im başlıyor. İki saat kadar süren İŞLEM tamamlandıktan sonra tam dört gün kalacağım yoğun bakım bölümüne alınıyorum…

***

Bu hikâyeden çıkardığım ders sonucu şu:

20 saat içinde 4 defa kalp krizi geçirip hayatta kalmam gerçekten mucize.

Allah bize doğarken sağlam bir vücut içinde pırıl pırıl organlar veriyor.

Görmemiz için göz…

Duymamız için kulak…

Yürümemiz için ayak…

Tutmamız için el ve kollar…

Vücudun her organının kendine göre yaşamsal bir önemi var ama KALP başka…

Ana motorumuz o…

O olmadan yaşayamayız…

Ne yapıyoruz peki?

Sahip olduğumuz bir eşyaya verdiğimiz değeri, özeni bu organlarımıza gösteriyor muyuz acaba?

Bir arabamız varsa, onu düzenli olarak bir servise götürüp bakımını yaptırıyoruz değil mi?

Peki, KALBİMİZ için ne yapıyoruz?

Kendi adıma öz eleştirimi yapayım...

41 yıl boyunca vücudumu besleyen ana ve kılcal damarlarını tıkamak için günde iki paket sigara içtim… 

Zaten yaptığımız meslek kalbe en büyük zararı veren STRES in ana yatağı...

59 yaşına gelmiş bir adamım…

Bir güne bir gün onu alıp bir doktora götürüp göstermiş değilim…

Kimden kıskandıysam artık 

20 saat içinde 4 defa kriz geçirmesinde ne yapsın?

Siz siz olun başta KALBİNİZE ve tüm diğer organlarınıza sahip çıkın.

***

Son bir şey daha…

Hastanelere ve doktorların eline Allah kimseyi düşürmesin…

Ama ihtiyaç olanı da Allah ne hastaneden ne doktorlardan uzak bırakmasın…

***

16.02.2018 Saat 14.00

Hastaneden taburcu oldum, evimdeyim.

Bünye halim, Allaha şükür iyi…

Ruh halim, biraz karışık…

Sebebi şu: Tamı tamına 41 yıldır bir an olsun ayrı kalmadığımız, iyi günde kötü günde hep yanımda olan, sevincimi ve kederimi paylaştığım, üstüme sinen kokusuna servetler harcadığım, KALBİMİN DÜŞMANI sigaradan ayrıldım…

Asla pişman değilim…

***

TEŞEKKÜRLER:

* Durumumu ilk öğrendiği andan itibaren gösterdiği olağan üstü çaba ile beni hastaneye yetiştiren ve şu an hayatta olmayı borçlu olduğum gazeteci arkadaşım, namı diğer Ordinaryüs Prof. Dr. Okan Sarıkaya’ya…

* Kamil Koç seyahat firmasının 16 SOP 77 plakalı otobüs kaptanı Murat Kolancı’ya…

* Beni yoldan alıp Koşuyolu Kalp Hastanesine götüren gazeteci arkadaşım Mehmet Yeşil’e…

* Olayı duyar duymaz hastaneye koşan, varlıkları ile destek olan, eşim Gülnur Yeşilbaş Kayaoğlu’nun her dakika yanında olan Fatma Aksu, Zafer Özdemir, Hadi Özışık, Mevlüt Yüksel, Şenol Gezer, Pervin Sümer, Sevil Gulben, TC Genco Sabancı, İlhan Metin, Pınar Kılıç, Ali Güven, Cengiz Kahraman, Alaattin Demirtaş, Cengiz ve Fidan Özyürek, Muzaffer Gür, Adem Boleli, Ercan, Esat ve Ergün Gür ile buradan isimlerini sayamadığım yüzlerce arkadaşıma ve akrabama…

* Koşuyolu Kalp Hastanesi doktorları:

Başta başhekim, Prof.Dr. Mehmet Kaan Kırali, Uzm. Dr. Servet İzci, Uzm. Dr. Şeyhmus Külahçıoğlu, Dr. Mehmet Çelik, Dr. Özkan Candan Dr. Zübeyde Bayram ile emeği geçen tüm hemşire ve görevlilere...

Teşekkürlerimi sunuyor, borç biliyorum…

KAYNAK: http://www.magazinci.com

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.