Hiçbir zaman pes etmedim

Hiçbir zaman pes etmedim
İş dünyasının ve siyasetin renkli yüzü Ekrem Görçeker gazetemize önemli değerlendirmelerde bulundu. Ticari hayatından örnekler vererek tecrübelerini anlatan Görçeker, bugüne kadar hiç pes etmediğini söyledi. Görçeker, zaman sıkıntısından dolayı siyasetle

Ekrem Görçeker, Renault'un Avrupa'da en çok araba satan bayisi olmuş... 12 yaşında Kapalıçarşı'da çırak olarak kuyumcuda işe başlamış... 15 yaşında iken, prim olarak yarım kilo altın almış... 16 yaşlarında patronun sayesinde ilk kuyumcu dükkanını aç-mış... Körfez krizinde 18 yaşında imiş ve Almanya'ya yanına 50 kilo altın alarak, satmaya gitmiş... Hiç bilmediği yabancı bir ülkede, yerel gazeteleri okuyarak, Türk kuyumcularını bulmuş. 1.5 yıl sonra patronu gördüğü bir rüyadan dolayı, Almanya'ya altın satma işini bi tirmiş! O'da Rusya'-ya bisküvi satmış... 

Ortağı kumarda kaybedince...

20 yaşında üç ortağı ile beraber Renault bayi açmış... Ortaklardan birinin, bir gecede 5 milyon mark kumarda kaybetmesi ile kurduğu iş elinden uçup gitmiş... Renault'da başarılı grafiğinin dikkat çekmesi üzerine, üst düzey yetkililer kendisine 1960 yılında kurulmuş BİKA'yı bularak almasını sağlamışlar.. Askerlerin ve eşinin çok büyük katkıları ile bugünlere gelmiş... 2014 yılı için 12 bin civarında Renault, Dacia ve 2. el araba satmayı hedeflemişler ve söyleşiyi yaptığımızda yılın son günleriydi ve hedeflerini geçmişlerde. 

Gelecek için tarıma yönelmiş

Her şirketin dışarıya bir emüsyon salgıladığını, örnek olarak kendi şirkite BİKA'yı anlatıyor. BİKA'nın 100 mg. karbondioksit saldığını, ancak oksijen veremediğini belirterek, “Şimdi bunun borsası kurulacak Türkiye'de az kaldı. Avrupa'da bazı bölgelerde kuruldu. Yani ben karbondioksiti çok kullanıyorsam, başka bir üretimde yapıp dengeleyeceğim yahut ona bir bedel ödeyip başka ödeyenlerden de satın alacağım” diyerek gelecek için tarıma yönelmiş... Trakya'da, binlerce dönüme meyve ağaçları ekmiş... Siyasete ise Hayati Makine'nin teklifi ile girmiş... Ve siyasette her görevi belediye başkanlığını da yapabileceğini ancak kendisinin zamanın olmadığını belirterek, siyasetin kendisine çok büyük tecrübeler kattığını söylüyor... Ekrem Görçeker ile 3 gün sürecek röportaj dizimizin ilkini bugün yayınlıyoruz. 

14 yaşında çalışmaya başladım

Ticaret hayatına nasıl ve ne olarak başladınız?

Babam'ın eskiden bir kamyoneti vardı ve o da o kamyonetle nakliyecilik yapardı ama bir süre sonra hastalanınca, devam edemedi. Ağabeyim daha ehliyeti yokken kamyonetin başına geçti. Babam çok dindar bir insandı, ben ilkokulu bitirdim daha sonra babam Kur-an Kursu'na gitmemi istedi. Ben de  2 yıl Kur-an Kursu'na gittim. 2 sene okuduktan sonra babamın çok yakın bir arkadaşı vardı, Hacı Hüseyin Abdik diye. Kapalıçarşı da kuyumculuk yapıyordu.

O her Kur-an kursuna geldiğinde bize hediyeler getirirdi, her geldiğinde de hocama benim için derdi ki: “Bak bunu yetiştir ben bu çocuğu alacağım.”  İki senelik eğitimi bitirdikten sonra Hacı Hüseyin amca beni yanına çağırdı ve dedi ki: “Oğlum seni okutayım mı yoksa çalışacak mısın?”  Ben de çalışmak istediğimi söyledim. Yedi metrekare dükkanımız vardı, neredeyse içine sığmıyorduk. Orada ben işe girdim. 1.5 sene kadar orada çıraklık yaptım.

Hacı amcada artık oğullarına devrediyordu yaşlandığı için... Oğulları da beni çok sevdikleri için onlar da bana yol verdiler. Bir gün geldi bana dedi ki: “Sen akıllı bir çocuğa benziyorsun bu Türk parası kasasını tutabilir misin?.” 14 yaşımdaydım o zaman ama “tutarım” dedim. Hemen beni oraya verdi. Orada günlük para giriş çıkışını tutmaya başladım. Küçücük bir masaydı, bir makine yüzlük banknotu 7 saniyede sayardı, makineyle yarışırdım. 

Paraları sayarken hayal kuruyor muydunuz?

Hayal kurdum ama parayı sayarken değil tabi. O zaman sadece çünkü para sayma işine odaklanıyordum. Ben orada 1.5 sene kadar çalıştıktan sonra,  prim olarak bugünün parasıyla 50 bin liraya tekabül edecek yarım kilo altın verdiler. Henüz 15 yaşımdaydım.

Aldığınız prim, yaşam standartınızı yükseltti mi?

O yaştaki bir çocuk için bu para çok büyük bir para. Maaşımı da o günün parasıyla 1 milyon lira yapmıştı ki o dönem için bu da çok iyi bir para. Maaşın üzerine bir de prim alınca birden zenginledim yani. Abim o ara askere gitti aynı zamanda ona bakıyordum. Ben kendime araba almıştım, abimin yanına giderdik.  

1.5 yıl sonra, yılbaşında patron: “Sen bu işi iyi yaptın, ana kasayı da tutabilir misin?”,  “tutarım” dedim.  89'a kadar bununla uğraştım. Tabii maaşım ve primim 2-3 kat artmıştı. 89'da bana dedi ki : “Yeni dükkan açacağım, buranın başına geçer misin?” dedi. Sorgusuz sualsiz; “Geçerim abi” dedim. “Sana 60 kilo altın vereceğim . İki sene de bu altını kar olarak bana geri vereceksin” dedi. İlk yıl 60 kilo altının, 30 kilosunu ben patrona geri ödedim. 2. yılda diğer 30 kilosunu ödedim. Tabii o yıllarda ne vergi var, ne bir şey var rahatız, patron da memnun.

Şimdi siz tabi büyük bir iş sahibisiniz. Siz yanınızdaki çalışanlara, o gün patronunuzun size baktığı gibi bakıyor musunuz?

Kesinlikle bakmaya çalışıyorum. Şimdi bizim şirkette şöyledir:  Biz bir işi birisine verdiğimiz zaman yetkiyi de sorumluluğu da sonuna kadar veririz ona. Bu benim geriye dönük almış olduğum kültürden kaynaklanıyor. Ben bu kültür ve geleneği kendi çalışanlarıma da aktarmaya çalışıyorum. 

Peki, o dönemde kardeşleriniz de bu yaptığınız faaliyetler içerisinde aktif rol oynadılar mı?

Yok. Abim askerden geldikten sonra biz onu Kapalıçarşı'da işe almıştık. Bizim altın taşıyan zırhlı araçların, taşımasını yapıyordu abim. Kendisi de sisteme girdi ama ticarette çok atılgan biri değildi.

Şu anda peki kendisi ne ile uğraşıyor?

Edirne'de tarlalara, arazilere bakıyor.

50 kilo altınla Almanya’ya gittim

Peki, hayat öykünüze kaldığımız yerden devam edersek...

O ara körfez krizine kadar her şey güzeldi. Sonra 91 yılında körfez krizi oldu, kriz olunca bizim Çarşı'da işler durdu tabii. Böyle olunca ben patrona dedim ki : “Ağabey bir şey yapmamız lazım.”

Ben de ehliyeti o zaman yeni almışım, 18 yaşımdayım, "Almanya'ya gideceğim. Bu altını orda toptan satmaya çalışacağım" dedim. Olur mu olmaz mı derken patronu ikna ettim. 91 yılında kendi kendime vize aldım, buradan 50 kilo altını çantama koydum, Almanya'ya gittim. Yabancı dilim yok 18 yaşımda bir çocuğum, orada da bir arkadaşım var o da dedi ki: “Yanına bir çocuk verelim, sana yardımcı olsun en azından dil biliyor.” kabul ettim.

Adresleri nasıl buldun?

Orada yerel gazeteler vardı. Bir hafta boyunca o gazetelerin hepsini aldım. Sonra da büyük bir  Almanya haritası aldım. Gazetelerde ilanlar oluyordu, ben o ilanları kestim kestim. Haritadan adreslerle karşılaştırdım. Buldum yerlerini ama tabii hepsi uzak şehirlerde. Ben bir iki tanesine gidersem diğerleri çorap söküğü gibi gelir diyordum. Bir kuyumcuya gidiyordum kendimi anlatıyordum. Mal sattıktan sonra da onlara soruyordum, “başka tanıdığınız kuyumcu var mı? Nerede bulabilirim?” diye... Onlar da arıyorlardı söylüyorlardı, oralara da gidiyorduk. Öyle böyle derken ben, Almanya'da 1.5 sene boyunca kaldım. Türkiye'de o zaman işler kötü olduğu için hiç para kazanılamazken biz orada kilo başına 2 bin mark gibi bir para kazanıyorduk. 1.5 seneden sonra Türkiye'de de işler açılmaya başlamıştı tabii. Ben de Almanya'da kafamda bir kaç proje geliştirmiştim. 

Sonra Türkiye’ye mi döndünüz?

Türkiye'ye geri döndüğümde patron bana;  “Ekrem bu işi bitireceğiz, ben dün gece çok kötü bir rüya gördüm, sen trafik kazası geçiriyorsun, sabah uyandığımda kendimi çok kötü hissettim. Ben bunun altından kalkamam, sen şimdi kaza yapsan, başına bir şey gelse ben senin annene, babana ne söylerim'' dedi. 

Altın işi bitti mi böylelikle?

Hayır, itraz ettim ama patronu ikna edemedim. Ondan sonra yurtdışı işini bırakıp İstanbul'da devam ettim işe. İşlere yine Kapalı Çarşı'da devam ederken ben patrona, Rusya'ya gitmek istediğimi söyledim. 90'ların başı o zaman Rusya'ya demir perdeler kalkmış, buradan gidip gelenler var devamlı ticaret yapıyorlar ama benim önceden gidip görmem lazım oraları çünkü o dönem altınla oralarda dolaşmak tehlikeli olabilir. Sonra gittim ben Moskova'ya, bir arkadaş vesilesi ile belirli periyotlarla 1 sene de orada kaldım. Kuyumculuğun dışında bir iş yaparak oraya, buradan tırlarla bisküvi gönderdim ama o iştende iyi para kazandım. 

Araba işine nasıl girdin?

Bisküvi işinden sonra, Renault bayii açma işine girdik İstanbul'da. 4 ortak, adam başı yüzde 25 hisseyle bayii açmaya karar verdik. Bu iş olunca, patrona; “abi böyle böyle ben başka bir iş yapacağım ayrılmak istiyorum” dedim. Böyle deyince o tabi “neden, parandan mı memnun değilsin?” dedi. Ben kendi işimi kurmak istiyordum. O günki şartlarda birazcık bozuldular tabi bana ama ayrıldım. Biz 93 Mart ayında Renault ile anlaştık. Aynı yılın sonunda da bayiiliği aldık Renault'dan. Biz 96 yılına kadar bayiilik açmak için aldığımız borçları ödedik bitirdik. O günün şartlarında otomobil ticareti çok farklıydı. O zaman genel müdür Ateş Ünal Erzen'di. Çok sıkıntılar çektiğimiz dönemlerde oldu o aralar ama hepsinin üstesinden bir şekilde geldik. Sonra 94 yılında Çiller döneminde büyük bir kriz oldu. O krizde de kapalı çarşı da yetişmenin çok büyük avantajını yakaladım. Dedim ki müthiş bir sermayemiz yok, bu arabayı ben peşin paraya alıp satıp karını da, 5 bin marktan 100 marka düşeyim dedim. Arabaları 100 mark kar ile satıyorduk. Paramız yok, sermayemiz yok ama İstanbul genelinde öyle bir şekilde yaptık ki bu işi...

94-95 yıllarında Avrupa'da lider olduk!

Kriz döneminde para kazandınız öyle mi?

Aynen öyle... Beşiktaş'ta ofisim vardı orada 5 tane telefonum vardı. Telefonların biri kapanmadan ötekisi çalıyordu. 5 bin mark kar ile araba satanların 100 mark kârı hayal bile etmediği bir dönemde biz bu işi bu şekilde yaparak, 94 ve 95'te Avrupa'da dahil olmak üzere Renault'un en çok satan bayiisi oldum. Şimdi 500-600 araba satmaya başladık. En çok parayı 2003 yılında kazanmaya başladık bu işten. O dönem bir arabadan 5 bin mark para kazanıyorduk. Ayda da 70, 80 tane araba satıyorduk. Bütün borçları falan hepsini kapattık. 

Yani siz o dönem sadece kullanıcıya değil galerilere de araba satmaya başladınız? 

Evet. Biz İstanbul'un geneline galericilere de satınca avantajımız oldu. 5 bin mark kar ile araba satanların 100 mark kar ile araba satmayı hayal bir etmediği bir dönemde biz bu şekilde bu işi yaparak  en çok satan bayii konumuna geldim. Eskiden 70-80 araba satarken 500-600 araba satmaya başladım ki bu işi de 5 kişi ile yapıyorduk. Gece gündüz çalışıyorduk. O zaman gelip bize Renault'tan sordular siz bu kadar arabayı nasıl satıyorsunuz diye. Biz de o zaman demiyoruz ki işte galericilere satıyoruz bilmem ne diye, doktorlara satıyoruz falan diyorduk. Çok başarılı bir dönem geçirdim. 94-95'te 50 tane Renault bayiisi iflas ederken ben çok büyük yol kat ettim. 3 yıl böyle devam etti. Ortaklarımdan biri, Sheraton Otel'de bir gecede 5 milyon markı kumarda kaybetmiş. Bundan imza falan almışlar, 5 milyonu almak için boğazlamışlar bunu, getireceksin o parayı diye. Benim haricimde diğer 4 ortakta akraba olduğu için geceleyin buluşmuşlar ne yapalım ne edelim diye hisselerimizi hemen, 45 olan ortağa devredelim. O zaman o adam da müşavirdi. Sözde en akıllı olan oydu. Ben de sabah 8'de geldim ofise bir baktım bunlar konuşuyorlar, dedim; 'Ne oldu ağabey?' Onlarda anlattılar durumu, her an mafya gelebilir dikkatli olun dediler.

Her neyse o gün öğlene kadar bunlar hisseleri devrettiler. Hatta bir iki tane tapu vardı onlarında hazırlığını yapıp bir gün sonra devredeceklerdi. Akşamda oturuyoruz büyük ortak geldi, onun payı yüzde 45'ti. Kumarda kaybeden arkadaşın da yüzde 10'luk hissesini alınca hissesi yüzde 55'e yükseldi. Bu arkadaş bana dedi ki: “Ekrem, şuanda 55 hisse benim oldu. Akif benim akrabam ama o bunu hak etti. Ben bu hisseyi ona geri vermem, yarın da tapuları alacağım, zaten bana borcu da var, onu da bir daha buraya sokmayacağım." Tabii böyle olunca benim bu haksızlık karşısında canım çok sıkıldı.

Gece bindim arabaya diğer arkadaşların evine gittim onlara durumu anlattım. Ben anlatınca onlarda biz ne yaptık diyerek pişman oldular tabii. Tapuları vermediler iş bozuldu. Gerçekten o kötü niyetliymiş. O gün ki şartlarda kasamızda 3 milyon mark nakit para vardı. Düşünebiliyor musun sıfırdan gelmişsin eksi bilmem kaç paradan milyonlarca paran olmuş yine de nankörlük yapıyorsun. Ben de gidip diğer arkadaşlara durumu anlattığım için bu adam, ben de dahil hiç birimizi şirkete sokmamaya başladı. Resmen şirketi kapattı, kendisi geldi oğluyla beraber oturdu şirketin başına. Ben hakkımı arayacak yöntemi bile bilmiyorum. Neyse bir tane avukat bulduk ettik, kasadaki paramızı, ceketimizi özel eşyalarımızı bile aldırmadan adam bizi kapı dışarı etti. Böyle olunca tam 5 yıl mahkememiz sürdü. Benim paramı da ödemedi. Ondan sonra araya giren arkadaşlar, şimdiki ortağım falan araya girdi orta yolu bulalım diye bir anlaşma yaptık ama çok ciddi sıkıntılar yaşadık. 

Aslında kazık yediniz açıkcası? 

Çok büyük kazık yedik. O zamanlar Renault'ta beni çok iyi bildiği için durum böyle olunca beni çağırdılar, “Biz sana başka bir bayii bulalım.” O dönem nerdeyse sıfır hava parasına BİKA'yı, 10 bin mark civarı bir paraya, onlar bana buldu ve aldım.

BİKA başkasına ait bir şirket miydi?

Evet bize ait değildi. Başkasına ait bir şirketti. BİKA 1960 yılında falan kurulmuş bir şirketti. 50 yılı aşkındır bu işi yapıyorlar. İnternette hatta geçen bir faturasını gördük, o yıllara ait. Neyse ben çok cüzi bir paraya BİKA'yı aldım. İki ortağız şimdi biliyorsun Ali Barut ile beraber. O da Aydınlı kuyumcu kökenli bir arkadaşım. 

BİKA'yı alırken onu yanınıza siz mi çağırdınız?

Tabii ki o da kuyumcuydu. Ben ona dedim ki: ''Gel ağabey bu işi birlikte yapalım.'' O da sağolsun kırmadı ve biz çok cüzi bir paraya BİKA'yı satın aldık. İlk Kartal'da servisimiz vardı. Biz servisi devraldık. Yine Allah kısmet etti o ilk kurduğumuz yere Beşiktaş'ta aynı yere kurduk. Eski şirketi ilk kurduğumuz küçük bir yerdi orası. O gün 23 yaşımdayım, çok kötü bir şeyler daha yapabilirdim, işte silah olurdu başka bir şey olurdu. Tabii babam durdurdu beni.

Peki siz paranızı geri alabildiniz mi ve diğer şirketin sizden sonra gidişatı nasıl oldu? 

Biraz sonra geleceğim oraya.  BİKA'yı, 1997 Ocak'ta kurduk. O zaman ben Moskova'ya, Almanya'ya falan gidip geldiğim için askere de gitmiyorum, tecil ettiriyorum askerliğimi. Tabii bu eski ortağım olacak o kişi böyle ayrılınca ben de BİKA'yı satın alınca, bu bana rakip oldu, ben sana bu işi yaptırmam yedirmem diyerek, ihbar etti. Dedi ki bu adam kaçaktır göçektir. Hatta büyük büyük paralar verdi, bili- yorum kime ne verdiğini. Böyle olunca, askerlikten sürekli aramaya başladılar. 

O dönemde bunları yaparken hala iş yapıyor mu kendisi? 

Yapıyordu evet. Aynı sistemde devam ediyordu. Her neyse bu beni şikayet edince, Allah razı olsun Renault'cular... Renault da tabii Oyak kökenli olduğu için askeri kanatta prestiji var. Orada da onlar çok frenlediler. Bir gün beni geldiler aldılar şirketten hemen askere gönderecekler. O zaman Renault'ta baya üst düzey biri aradı bunları dedi ki; “Bu arkadaşa tölerans gösterin.” 


Askerlikten kalma bir isim

Ekrem Görçeker mi, Ekrem Gerçeker mi? 

Aslında Gerçeker. Malum hepimizin böyle isim soy isim hataları vardır. Soy ismimiz şurdan geliyor rahmetli dedelerimiz savaş meydanında Ruslarla savaşırken Kazım Karabekir ve Atatürk ile de çok yakın dostluğu var. Diyor ki: Savaş meydanlarında gerçek bir askersin. O yüzden senin soyadını Gerçeker koyalım. Sonra gel zaman git zaman soy isimde hata oluşuyor ve Görçeker olarak kalıyor. Şimdi de ikisini de biraz ondan biraz bundan kullanıyoruz ama zannediyorum ki... Değiştirmeye de çalışmadık. Çünkü çok zor oluyordu eskiden ama şimdi kolaylaştı. Biz de fırsat bulamadık herhalde. Zaten şimdi ben değiştirsem de, çok bir şey ifade ediyor mu bilmiyorum. Çünkü sülalede, hep 'Görçeker 'diye geçiyor. 
17 KARDEŞ!
Şöyle biraz geriye doğru bakarsak 1973 İstanbul doğumluyum. Babam İstanbul doğumlu, babamın babası dedelerimiz Rus harbi zamanında Bayburt'tan göç etmişler. Onlar göç ederken 3 kardeşmiş 1 kardeş Sivas'a bir kardeş İzmir'e yerleşmiş.O zaman geldiklerinde Bayburt'tan Süleymaniye'ye yerleşmişler. Tabii o zaman uzaklıktan dolayı şartlardan dolayı hiç bir iletişim olmamış. Oralarda bizim köyümüz varmış.

Hatta şöyle derler büyüklerimiz: Dedelerimiz oraya altın gömmüş de, onları almaya bile gitmemişler. Tabii hiç bir tane akrabamız yok. Öyle olunca da açıkcası, 'Bayburt'luyum' diyemiyorum. Ailemiz epey kalabalık buluşunca 150 kişi falan oluyoruz. Babamlar, 17 kardeşmiş. En küçükleri babammış. Ninem çok sağlammış, 17 çocuk doğurmuş ve 100 yaşında vefat etti. Biz 3 kardeşiz.  
KAYNAK:GAZETE İSTANBUL

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum