Düğün ve Cenaze

Siz öldükten sonra cenazenizin nasıl olacağını hiç düşündünüz mü? 

Ben kendi cenazemde bulunmayı ve görmeyi çok isterdim.  Kimler gelecek, nasıl dua edilecek falan diye işte. Arkandan neler söyleyecekler, iyi şeyler mi, yoksa kötü şeyler mi? Malım mülküm olursa, “Oh!  Zengin olduk” diye sevinecek mi çoluk çocuk. Dünya’da bıraktıklarımızı, oradan görüp duyabilecek miyiz?

Bir ölü, tabutun içinden yaşananları görebiliyor mudur?

Öldükten sonra, dünyaya tekrar gelecek miyiz, gelirsek ne olarak geleceğiz, kadın mı, erkek mi, en sevdiğimiz çiçek ya da ağaç olarak mı, en sevdiğimiz hayvan olarak mı? Eğer böyle bir şey mümkünse, geçmişte benim ruhum kimin bedenindeydi, kadın mıydım yoksa erkek mi? Hangi ülkede yaşıyordum?

Ben gittiğim birçok yerde, buraya ait olabilir miyim acaba duygusunu yaşıyorum. Kendimi bir yere ait hissetmediğimden midir acaba? Dünyanın her yerini gezmem olanaksız fakat bu yeri arayıp bulmayı çok isterdim.  

Dünya’dan bedenen ayrılmış insanları oldukları yerde görebilmeyi ve orada neler yaptıklarını da görmeyi isterdim.

İmkansız bir şey bu ama merak işte!

Hayatta iki şey insanları daha çabuk bir araya getiriyor. Biri düğün biri cenaze. Normalde bir insanı arayıp bir yere çağırsanız, bir sürü işi vardır, gelemez. Ama bir ölüm olduğunda, her şey iptal olur ve cenazeye gidilir. Demek ki çok önemli dediğimiz hiçbir iş, o kadar da önemli değil.

Bir yerde çalışırken, biz olmadan oradaki işlerin yürümeyeceğini, ya da aksayacağını düşünürüz. Fakat olağanüstü bir durum olduğunda(kalp krizi geçirip hastaneye yatmak gibi veya buna benzer başka bir şeyler) tıkır tıkır devam eder gider hayat. Zaten o sırada, sizin çok önem verdiğiniz dünyevi şeylerin değeri sıfırdır. O halde, neden bazı şeyleri gereksiz büyütüp, hayatı zindan ediyoruz kendimize?

Başımıza gelen hiçbir şey, dünyanın sonu değil. Biz olmadan da dönecek dünya, bütün işler aynı şekilde yürüyecek. Hayatın tadını çıkarmak lazım, o bizi çıkarmadan. Çalışmak, eğlenmek deyince, aklıma yıllar önce okuduğum bir masal geldi.
Konuyla alakası yok galiba ama gelmişken anlatayım;

La Fontaine’nin ünlü masalı; “Karınca yaz boyu çalıştı. Ağustos böceği ise şarkılarını söyleyip, dallar arasına gerdiği hamağının içinde gitarını çaldı. Derken kış geldi. Karınca ilk yağmur düştüğünde, komşusu ağustosböceğini düşündü. “Şimdi aç kalmıştır. Yaz boyu tembelliğin sonu budur” Peşinden sert soğuklar başladı, kar yağdı. Karınca yine komşusunu düşündü. ”Şimdi donmuştur. Yaz boyu tembelliğin sonu”

Ve karlı-soğuk bir kış gecesi, o ağustos böceğinin öldüğünü sanarken, karıncanın kapısı çalındı. Açtı, komşusu ağustosböceği…
Ağustos böceği şık giysiler içinde, ayağında rugan ayakkabılar, başında silindir şapka, elinde bastonu. 

Karıncaya sordu; “Komşu karınca, ben Noel tatiline Paris’e gidiyorum. Bir isteğin var mı diye sorayım dedim…”
Karınca yanıtladı; “Paris’te bizim hikayeyi yazan La Fontaine’i  görecekmisin?
“Tabii ki göreceğim…”

“Söyle ona, onun anasını, avradını…”

Ben yine de çalışkan karınca olmak isterim, Paris’e de kendimi ödüllendirmek için giderim.
***
Sevgiyle kalın

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sevim Güney Arşivi