GURBETLİK ÇEKENLERE, HASRETLİK ÖYKÜSÜ

.


Herkes yazar! 
Kimileri kalbine, kimileri beynine, kimileri defterlerine…
Kapalı kutular, gizli sayfalar arasında kim bilir kaç mektup vardır okunmamış, açılmamış ve üzeri kapanmış ya da kapatılmış olan. 
İnsan yaşar ve yaşadığı sürece sürekli yazar, amel defterine ve yürek defterine.
Yazmak ilk rabbime mahsustur. O, yaşadıklarımızı amel defterine yazmak ile başladı. Bizler de kendi defterlerimize. Satır aralarımız oldu, boş bıraktıklarımız, üzerini kapattıklarımız ve sakladıklarımız. Bizim yazdıklarımızdan kimilerinin ise hiç haberleri olmadı.
Bir dostumun saklı kalmış kutusundan çıkardığı bir yazısını okudum geçtiğimiz günlerde.
Derinden, yürekten ve etkileyici! Kendisinin de izniyle sizlerle paylaşıyorum şimdi!

“ANNEM ELMANIN TAMAMINI YEMİŞTİ

 

          İki yıl olmuştu ki, Londra da yaşıyordum. Kimseye haber vermeden çekmiş gelmiştim. Zaten haber versem gelemezdim. Katkı olmaktan çok köstek olacaklardı biliyordum. İnsan gurbette olunca, hele o genç yaşta, her şeye hasret kalıyor. Memleketinin taşına, toprağına, suyuna, eşeğine, köyüne, ahır kokusuna bile hasretlik çekiyor. Kaldı ki sevdiklerine olan hasreti ise anlatılmaz, yaşanır cinsinden oluyor. Hele de anası ve babası, kardeşleri burnunda tütüyor her daim ve her dakika…

 

     Ehh işte böyle bir zaman idi ki, ev arkadaşım Canan on beş günlüğüne Türkiye’ye, ailesinin yanına gitmeye karar vermişti. Yolu İstanbul’dan geçeceği için benimde bir çantamı iletmesini rica ettim kendisinden. Kitaplarım vs, bir iki de ufak tefek eşya göndermek istedim abimin evine. Canım, o çantanın içine girip gitmek istiyordu aslında. Burnumda tutuyordu İstanbul ve her şey, herkes. Bize söylendiği gibi Kafdağı’nın arkasında hiçte helva şekeri yoktu aslında. Her yer buram buram hasret kokuyordu. Kalış zamanım uzadıkça, bu hasret çiğ gibi büyüyordu. O sebeple çantaya girip gitmek geliyordu içimden. Ama yapamazdım zira gidince gelemeyecektim, vize ve pasaport sorunlarım vardı. O yüzden ancak bir şeyler gönderiyordum. Annemin ve babamın da İstanbul’da olduklarını duymuştum. “Çantam gitsin!” dedim, onlara ulaşsın. Birde konuşma kaseti gönderdiğimi hatırlıyorum. Anneciğim her daim sesimi özleyince, dinlesin hasret gidersin istemiş olmalıyım. Zira o zamanlar şimdiki gibi değildi, bırak cep telefonunu, ev telefonu bile henüz yoktu. Her zaman kendisine ulaşamıyor, sesini duyamıyor ve sesimi kendisine duyuramıyordum.

 

Canan gitti, gidişi elbette hüzünlü oldu, zira onun yerine ben gitmek isterdim. Gidip de anamı gördüğünü hayal ettikçe, nasıl istemem onun yerinde olmayı. Anam; canım anama sarılmayı, onun kokusunu içime çekmeyi düşününce… İnsan nelerini vermez ki, hele de gurbet elde ise.

 

Siz, ne kadar hüzünlü olursanız olun, ne kadar neşeli olursanız olun, zaman sizi hiç dinlemez. Bildiği gibi akar, akar, akar… Ve o zaman işte böylece akmıştı. Arkadaşımın geri gelme günü gelip çatmıştı. Ne kadar heyecanlandım bilmiyorum. Hem Canan’ının dönüyor olması, hem de annemi, babamı, aile bireylerimi canlı olarak görmüş birinin yanıma geliyor oluşu çok heyecanlandırmıştı beni. Neler yaşamıştı onlarla çok merak ediyordum. Annemi anlatacaktı bana. Annem, giden çantayı geri gönderirken neler göndermişti neler, en çokta kendi kokusu belki. Elleriyle koyduğu şeylere, ellerinin kokusu sinmiş olacaktı. Çekecektim taaa içime, anneciğimin ellerinin, yüreğinin kokusunu.

Canan o gün geldi!
          İşten acele ile eve geldim onu görmek için. Onu ve gelecekleri tabii… Hani insanız ya, biraz da bencil oluyoruz. Aslında Canan’dan ziyade onun getireceklerini de merak etmiş olabilirim. Eve geldim, Canan’la sarıldık, koklaştık, oturduk. Gözüm kendi siyah deri çantama ilişti. Çook şişman geldi bana, içinde neler vardı neler. Annem neler göndermişti bana. Bir an önce açmasını istiyor, heyecandan duramıyordum. Canan gidişini, gelişini, arkadaşlarla nasıl eğlendiğini, ailesiyle buluşmasını, onlarla nasıl güzel vakit geçirdiğini anlatıp duruyordu. Çok hoş vakit geçirmişti hiç şüphesiz. Ama bende artık şu anlatım bitsin de çanta açılsın diye bekliyordum.

        Canan heyecanımı anlamış olacak ki, bak neler getirdim deyip çantaya uzandı. Bende yatağın üzerine kurulmuş, o çantanın fermuarını açarken, heyecanla bakıyorum uzaktan. Bayram çocuğu gibiyim. Her şeye rağmen neler göndermişlerdir diye çok merak etmiştim tabii ki. Zira ailenin her daim uzaklarda olan tek çocuğu ben olmuştum. Bu sefer uzağında uzağına gitmiştim. Yanıma bir yaren gelmekte idi ailemin, anamın, babamın yanından! Kendilerine, içi dolu giden çantayı, boşaltıp, bomboş “al götür!” dememişlerdir ya… Canan çantadan ilk önce bir büyük rakı çıkardı, “bak,” dedi, “babam gönderdi bunu sana.” Sevinmiştim tabii, tanımadığım, hiç bilmediğim bir adam, rakı sevdiğimi duymuş olmalı ki, göndermişti. Teşekkür edip, bıraktım bir kenara. Zira annemin gönderdiğini, anneciğimin elinin değdiği şeyi elime almak, onun el kokusunun üstüne sindiği şeyi koklamak istiyordum. Ona olan hasretimi, gönderdiği her ne olursa olsun, onunla kucaklaşarak gidermek istiyordum. Mesela çamsakızını sevdiğimi çok iyi bilirdi annem. Zira bütün köyü ben doyururdum çamsakızına. Çiğnemiştir, sonrada ağzından çıkarıp, bunu oğluma ver demiştir diye düşünmüştüm. Hem annemin ağız kokusu, hem çam sakızı bir arada. Benim için dünyada bundan daha güzel ne olabilirdi ki?  Belki soğuk memleket diye bir yun çorap örmüştür elleriyle, ne biliyim belki yengem bir kazak örmüştür. Zira bize gelin olarak nişanlandığından tutun da bu güne kadar geçen sürede hep evde en yakın destekçisi, yareni, can arkadaşı olmuştum. Ben bu hayalleri kurarken çantanın yarısı boşalmıştı tabii. Güzel bir eşofman çıkardı sonra Canan, çok güzeldi, belki abim almış göndermiştir diye aldım elinden sevinçle. “Bunu ben beğendim, sana aldım” dedi… Sevincim yarıya inmişti. Sanırım o anda beni mutlu eden şey, gelen hediyelerden ziyade kimin aldığı idi. Elbette canımdı, arkadaşımdı Canan ama benim istediğim bu değildi. Sonra bir beyaz gömlek çıkardı Canan, “al,” dedi. Bunu sana Senem gönderdi. Sağ olsun, Senem; üniversiteden tanıdığımız ve çok sevdiğimiz bir kardeşimizdi. Sevindim elbette ama o ana kadar ailemden bir şey gelmemiş olması biraz burkmuştu içimi. Gerçi çanta hala boşalmamıştı ama benim umutlarım tükenmeye başlamıştı. Beynim ikiye bölünmüştü, bir yanı hiç bir şey düşünemiyor sadece öylesine bakıyordu, bir kısmı ise hala umudunu yitirmeden “annem annem mutlaka” deyip duruyordu. Kazaktan vazgeçmiştim artık ama mutlaka bir yun çorap vardı!!! Gittikçe çanta boşalıyordu, çoraptan da vazgeçtim. Son sabah annem BİŞİ yaparken Canan gitmiştir, annem güzel yapardı, o bişi’leri ve benim de sevdiğimi bilirdi, mutlaka iki tane incesinden göndermiştir. İçine ne güzel köy peyniri de koymuştur, sarmıştır gazete parçasına; Elleriyle yaptığı peyniri, elleriyle pişirdiği bişi’ye koyup göndermiştir. “Hasan’ım kaç yıl oldu gavur elinde hasret kalmıştır, özlemiştir,” diye düşünmüştür.  Yok, o da yok, yok işte! Ben gözümü dikmişim çantaya bakıyorum hala. Çanta mahcupluğundan sanki gözlerini önüne indirir gibi aşağıya bakıyor.     
             Arada Canan, annem ve babamla nasıl karşılaştığını anlatıyordu. Annemi sordum hemen, ne yapardı, ne ederdi?  Heyecanlandı mı? Çantayı pek önemsememişlerdir. Ben, babam çantadan ziyade bana olan kızgınlığını dile getirmiştir zannederken, benim sağlığımı, sıhhatimi sormak aklına bile gelmemiş. Abimse, çantada ne var ne yok onu yoklamış. Gurbetteki kardeşini sormak sanırım onunda pek aklına gelmemiş. Oysa onun nişan töreninde sadece ben vardım yanında. Garip anam, arada sessizce sormuş “nasıl Hasan’ım?” diye. Canan ise durumdan sıkıldığı için, çantayı “Günü gelince alırım sizden!” diye bırakarak ayrılmış oradan. Daha fazlasını, belki de benim canım sıkılacak diye anlatmadı. 
        Canan hem anlatıyor, hem bir şeyler boşaltıyor çantadan. Son umudumu yitirmemişim, annem en azından elinde yediği bir elmayı bana göndermiştir diye düşünüyorum birden. Ne demiş atalarımız, “yarım elma, gönül alma!” 
Bitmişti! Çantanın içindeki her şeyi çıkarmıştı. Canan çantayı silkeledi…

Annem elmanın tamamını yemişti…
Annem elmayı tamamen bitirmişti.

 

Bir anda kalbim boşaldı sanki.

Çantadan çektim gözlerimi ve pencereye diktim. Bilmem ne kadar baktım o cama, nerelere gittim, o ara neler düşündüm? Belki de acıdan başka bir şey hissetmedim. Camın önünde durdum ve bilmem ne kadar zaman caddeye baktım. Nereye baktığımın hiçbir önemi yoktu aslında, zira baktığım yerde hiç bir şey görmüyordum. Hanı doktorlar hastalarını ameliyat edecekleri zaman, ameliyatın uzunluğuna göre narkoz verip uyuturlar ya işte, kendimi o anda hissettiğim acıdan arındırmak için uyuşturmaya çalışıyordum. Geçmesini bekledim, ama çok acı olmalı ki üzerinden 18 yıl geçti, o acı hala geçmedi. 
Hasan Tatar” 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri