“En az üç çocuk” olur...
Dört olur...
Beş olur...
On beş olur...
Zaten baba tanımıyor çoğunu... Çocukların yarısı yerine okuldan 3-A sınıfını göndersen farkına varmayacak...
Kameraman tanıştırmıştı baba ile üçüncü eşten sekizinci oğlunu... Dördüncü eşten altıncı oğlu “He odur” diyerek tanıklık ettiydi...
Doğurulup doğurulup sokağa salınanların memleketi burası...
*
Mahalleden geçen her arabayı elli çocuk kovalıyor...
Kamyon lastiklerini eritip ayakkabı yapıyorlar onlara... Müdür okula gelmeyenleri görmezlikten geliyor, çünkü sınıfta öğretmene ayakta duracak yer kalmıyor...
Beslenme dersen...
Anadolu’da eşek kalmadı...
*
Görgü malum; bunu en iyi düğünlerde anlarsınız, piste çıkan iki yüz çocuk, orkestranın etrafında son hızla dönmeye başladığında...
Kayıp çocuklardan dördünü bateristin davulunun içinde bulmuşlardı...
Annesi sırıtarak karar vermişti o an:
“Çok akıllı benim oğlum doktor olacak... Davulun içine girdiğine göre de demek ki müzisyen doktor...”
*
Merhamet, vicdan derseniz...
“Sen doğunca kurban kestik” diyerek başlıyor insani eğitim...
Aptallığından ince dala binip düştüğünde de “kan akıtın” dediler...
“Hiç olmazsa bir horoz...”
Salaklığını bahçedeki güzelim çilli horoz ödedikten sonra, cennete nasıl gideceğini de tarif ettiler ona:
Yedi kişi, yakalayıp kestikleri dananın sırtına binerek...
*
İşte bu çocuklardan “en az üç tane” istedi önderleri...
Üst sınırı yok...
Fışkırtmak serbest...
*
Özensiz, bakımsız, başı okşanmamış, ilgilenilmemiş, sevilmemiş, eğitilmemiş o çocukların toplumudur burası...
Bu kesik kafalar, bu testereler, bu koparılmış kollar-bacaklar, bu parçalanmış çocuk bedenleri...
Bu cinnet...
Bu manyaklıklar...
Yakından bakın; her zaman bölünmüş aileler, özensiz çocuklar, eğitilmemiş bireyler, başı okşanmamış ve sevilmemiş hasta kimlikler çıkıyor altından...
*
Bu kez de “bunları asalım” diyor kafa...
Kendini asması gerekirken...