Haberdar Gazetesi Yazar Yazıları AKP’nin Anlamadığı Tek Şey...

AKP’nin Anlamadığı Tek Şey...

.

 AKP’nin Anlamadığı Tek Şey: Türk’ün İslamiyet’e Bakışını Görememesi!..
SİYASİ kadrolarıyla ülke genelinde sürekli mekik dokumaya çalışan AKP, son Gezi Parkı olaylarından sonra mitingler düzenlemeye başladı. Her mitingde, aynı şeyleri tekrar ederek siyasi duruşunu sergilemeye çalışan AKP, son günlerde din ile günlük yaşam arasında bağlar kurmaya çalışarak bazı yerlere mesajlar göndermeye çalıştı.
Başbakan, Alevilere CHP üzerinden göndermelerde bulunurken, “Alevi kardeşlerime samimiyetle sesleniyorum. Bu tuzaklara karşı lütfen dikkatli ol. Huzurumuzu, istikrarı, güven ortamını bozacak gelişmelere karşı lütfen uyanık olun. Dersim bizimle alakalı olmadığı halde bir başbakan olarak özür beyanında bulunurken bu CHP’nin genel başkanı bu açıklamanın istikametinde değil, karşısında durmuştur. Bunları iyi bilmeniz lazım” açıklamasını yapıyordu.
Oysa ne bu ifadelere gerek vardı...
Ne de eski yaraları kaşımaya...
Eğer eski yaralar kaşınacak olunursa, elbette AKP’nin Aleviler ile ilgili reformist düşünceyi hareketlendirmediği görülür. Özür, Dersim için söylendiği kadar, Aleviler için de söylenmeliydi. Selim ismi derhal değiştirilerek köprünün adı için halk oylaması yapılmalıydı. Bunun gereği de buydu.

OSMANLI ZAMANINDA MEDRESELER İLME VE BİLİME ÖNEM VERMİŞKEN, ANİDEN UZAKLAŞILDI VE BİLİMDE ÇÖKÜŞ BAŞLADI...

Dünyadaki ilk medrese 937’de Türkistan da Buhara’da kurulan Faracek Medresesi’dir. Osmanlı’da ise ilk medrese 1330 - 1332 yılında Orhan Bey döneminde başlar. İlk medrese de İznik’tedir. Bu medrese anlayışı Selçuklular döneminin devamı niteliğini korumuştur. 
Medreseler hakkında çok değişik bilgiler vardır. Örneğin (Öğretim ve Yöntem Alanında Bozulma) tarih derinliklerini açıklayan araştırmalarda aynen şunları yazar: “Aklî ve müspet bilimler programlardan çıkarılmış, yalnızca dinî, hukukî bilimler öğretilmiştir. Kâtip Çelebi, 1656’da bu bozulmayı, özetle şöyle açıklar: Kanunî dönemine gelinceye kadar, Hikmet ile Dinî bilimleri uzlaştıran bilim adamları vardı. Fatih, Kelâm derslerine yer vermişti. Sonra gelenler, ‘bunlar Felsefedir’ diye kaldırıp, yerlerine Fıkıh vs. derslerini koydular. Böylece bilim alanı fakirleşti. Kıyıda, köşede, Doğu Anadolu'da yer yer Hikmet okumayı sürdüren öğrenciler, İstanbul’a gelip tafra satar (böbürlenir) oldular...
Aklî bilimler kaldırılıp, yalnızca dinî-hukukî bilimler okutulunca, birinciler için geçerli olan tartışma, eleştiri yöntemi de terk edildi; ikincilere uygun düşen aktarmacı, kitabî, dogmatik yöntemler yerleşti. Ayrıca, âlet bilimlerine aşırı önem verildi...”
Osmanlının bir başka gerileme safhası ise, yine medresede okuyanların, kültür ve eğitimi için Avrupa’ya gönderilmeleriyle başlamıştır. Bakın tarih kitapları bu konuda ne diyor:
“...On dokuzuncu asırda, medreseler yeni açılan okullar yanında önemini kaybetti. 1867 senesinde medrese öğretim üyelerinden toplanan on beş kişilik bir heyet, medreselerin düzeltilmesi ve eski günlerine getirilmesi için gerekli gördükleri tedbirleri bir rapor hâlinde devlet idaresine sundu. Fakat yapılan ıslâhat başarıya ulaşamadı. Meşrûtiyet döneminde ise, medreseler kendi geleneklerine bırakılmış, ciddî bir düzenleme faaliyeti yapılmayarak, yeni öğretim kurumlarına önem verilmiştir. Tanzîmât’a yakın, Osmanlıların Avrupa’ya tahsîl maksadıyla gönderdikleri bir kısım kimseler, orada kendi şahsiyetleri ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürünün tesiri altında kaldılar. Bunlar sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devleti’nin kilit noktalarına yerleştirildiler. Bu kimseler bulundukları makamlardan istifâde ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle; medreselerden önce fen, arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırdılar. Böylece medrese ve müderrisler fonksiyonlarını kaybettiği gibi, Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına zemin hazırlandı.”
Ayrıca, İslamiyete uymayan bazı menfi durumların artış göstermesi medrese ehlinin de bozulmaya yüz tuttuğu anlatılır. Katip Çelebi, bu konuda bakın ne diyor: “..Medreselerden fennî ilimler dediğimiz matematik, tıp, coğrafya gibi ilimler de kaldırılmıştı. Buna bahane ise felsefî ilimlerin İslâmiyet’le uyuşmadığı yanlış fikri idi. Medreselerin fikrî yönden çökmesinin sebeplerinden birinin de budur.”
Yani Osmanlı, çöküş devrini kendi eliyle, kendi sonunu hazırlamış oldu. Burada ne Atatürk’ün Milli Mücadeleli yılları Osmanlı’yı yıkmak için kurduğu düşünülmelidir... Ne de Türklerin, Osmanlı’nın karşısında bir düşman gibi gösterilmesi akla getirilmelidir.
Burada esas olan; batmış, bitmiş bir hanedanlığın son küllerinden bir ulus devletin tertemiz kurulması olayı düşünülmelidir. Eğer ki Atatürk krallığını düşünecek olsaydı bunu rahatlıkla yapardı. Ama O, her kesimin düşündüğü gibi, kendi krallığını kurmak yerine Cumhuriyet’i kurmak için büyük çabalar sarf etti. Bunu da başardı.

TÜRK’ÜN İSLAMİYETE BAKIŞINI BEĞENMEYENLER ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNE SOYUNUYOR!

Osmanlı döneminde medreseler yüksek okul düşüncesiyle ilim ve bilimle bezenmişken, sonradan birtakım nedenlerden dolayı ilim ve bilimden uzaklaştırılınca... Ortaya çıkan sonuç, medreselerde gerçek bilginin sadece Kuran eğitimiyle bezenmesine destek kılınmıştı.
Ama Türklerin dinini öğrenmesinde verdiği en büyük nedenlerden biri, Kur’an-ı Kerim’i kendi diliyle, yani Türkçe olarak okumalı ve anlamalıydı.
Neden mi?..
Sadece Arapça ağırlıklı olarak dinine önem verenler, hurafeler ve batıl düşüncelerle kurulu bir din şemsiyesine çevirmişlerdi İslamiyeti. Oysa gerçek din, bir ulusun kendi diliyle (kendi lisanıyla) okuyarak anlaması ve öğrenmesi anlamını taşımalıydı.
Yoksa Türkiye, cemaatler ve kadılar ülkesi olmaktan kurtulamayacak kadar tehlike saçıyordu. Tarikatlar, tekkeler ülkesi olma yolundan bir türlü kurtulamayan Türkiye, medreseleri derhal gerçek anlamda yüksek öğrenim kurumları olmaktan çıkardı. İkinci Meşrûtiyet’ten sonra medreseler ıslâh edilerek üniversiteleştirilmek istendi ancak, bu girişimde başarı elde edilemedi. Cumhuriyetin îlânından sonra çıkarılan Tevhîd-i Tedrîsât kânunu ile medreseler kaldırıldı.
Türkiye’de gerçek din anlayışı, İslam’ın halka anlatılmasındaki en önemli etkenin, “fenne, ilme ve akla en uygun şekilde” öğretisinin medreselerde değil, yüksek okullarda ve zemini hazırlanmış laboratuvarlardadır. 
Batı alemi ve buna ek olarak Doğu alemi uzaya çıkarken, Türkiye’nin halâ din konusunda cemaatlere sarılması, ülkenin daha da geriye gitmesi... Hatta batması demektir.
İşte burada Atatürk’ün önemi ortaya çıkmaktadır. Atatürk, Kur’an-ı Kerim’e olan bağlılığını “Kitab-ı Ekmel” (En Mükemmel Kitap) diye tanımlayarak dile getirmiştir. Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü’ne hafızları çağırtarak sık sık Kuran okutmuş, ayetler üzerinde incelemelerde bulunmuş ve hafızlarla meal ve tefsir konularında fikir alış verişinde bulunmuştur. Kur’an-ı Kerim’i incelemesi ve Türkçeleştirmesi için Elmalı Hamdi’yi görevlendiren Atatürk, nedense bugün bazı kesimlerce sevilmemektedir. Sanki Türkiye’yi kurmasını... Türk ulusunu kurtarmasını bir kabahatmış gibi görmeleri dünyanın en acı gerçeklerinden biridir.
Atatürk, suç işlemiş gibi bir tavır sergilemektedirler. Bunu yapan da, AKP’nin ta kendisidir. Kayseri mitinginde bile, “Türk bayrağı budur. Üstünde hiçbir şekil olmamalıdır” derken, bunu; Atatürklü Türk bayrağına gönderme yaparak Ata’yı sevenlerin kalbini kırmaktadır.
Oysa AKP, son Kayseri mitingine Türk bayrakları ile çıkışını, ik defa yaptı. Daha önceleri ne bayrağa önem vermişti... Ne de Atatürk’ün varlığına... Burada akla gelen ilk şey de şu olmuştur: Türk gençliğine yönelik başbakan, “Ben böyle bir gençlik istemiyorum” dediğinde... Türk gençliği, “Biz senin değil, Atatürk’ün gençleriyiz” diyerek karşılık vermesi ilk aklımıza gelen sözlerdir.
Bugün AKP zihniyeti, Türk bayrağının ne kadar önemli olduğunu anlamış durumdadır. Bunu yaparken de Milli Mücadeleli yılları ayaklar altına alıp ezerek değil... Atatürk’ün üstün düşüncelerine hak vererek bayrağı dalgalandırmalıdır.
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *