Haberdar Gazetesi Yazar Yazıları Bu savaş bedduaya mı yoksa hukuk ve basın haklarına mı karşı...

Bu savaş bedduaya mı yoksa hukuk ve basın haklarına mı karşı...

.



TÜRKİYE insan hakları açısından dibe battıkça batıyor. Bugünden sonra
da geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş gibi, sürekli tehditler...
Beddualar... Kanunlara kararnamelerle müdahaleler...
Ülkenin geldiği bugünün bilançosu, ülkenin hukuksuzluk çarkı içinde
eridiğidir. İktidar her ne kadar “Bize komplo kuruyorlar. Bütün bu
olanlar yurt dışından birilerinin  düğmeye basmasıyla olmuştur” dese
de... Aslında bu savunmaya kendisinin de inanmadığını göstermektedir.
Nasıl mı?..
AKP’li birkaç vekilin basına verdikleri demeçler, hem demokratik
Türkiye’nin yanlış yolda gittiğini ifade ettiler... Hem de mensubu
bulundukları AKP’nin hatalı politikalarıyla yoluna devam ettiğini
itiraf ettiler.
O halde iktidar, bu açıklamalara yönelik ne yapıyor?..
Hiçbir şey...
Yine hukuku ve yasaları umursamadan bildiğini okuyor.
Basının emniyete girmesini yasaklıyor.
Basının karakollara girmelerini dahi yasaklıyor.
...Ve basına, yasaların da üstüne çıkarak aynen şu mesajı veriyor:
– “Ben neyi istersem onu yazacaksınız. Benim verdiğimin dışında  haber
yazamazsınız.”
Kısaca bu ne demek?..
Bu şu demek: “Yalaka olacaksınız. Yalaka basın nasıl bana biat
ediyorsa, siz de bana aynı şekilde bağlı olacaksınız. Benim işime
gelmeyen haberleri asla yazmayacaksınız. Hatta yazamayacaksınız. Yoksa
çalıştığınız müesseseye cezayı yağdırırım.”
Şimdi meydanlara çıkıp “Biz demokratik parlamenter sisteme inanıyoruz,
onu yüceltmeye çalışıyoruz. Yurt dışında Türkiye’yi kıskananlar var.
Türkiye üzerinden çeşitli oyunlar oynanıyor. Ama biz bu oyunlara
gelmeyeceğiz” diyorlar.
Kim inanır buna?..
Ama inananlar var. İşte o inananlara karşı basın asıl görevini yapmak
için gecesini gündüzüne katıyor:
1- İnandıkları şeyin yalan - dolan olduğunu...
2- Hayatlarında böylesine bir oyunla kendilerine yalan söylendiğini
görmediklerini...
3- Hukuk dediklerini ama asla hukukun peşinde olmadıklarını... Basın
bu halka anlatmaya çalışıyor.
Ama bir de bakıyorsunuz ki, basın doğru haberciliğini yaparken,
iktidarın açıklarını yakalamasın diye... Yazmasın diye... Söylemesin
diye... Basının (yazılı ve görsel basının) emniyete ve karakollara
girmelerini yasaklıyor.
İktidar neredeyse basının dahi bu yasaklama olayını halka haber
vermesini bile yasaklayacak.
AKP’ye inanan saf ve temiz halkımız da iktidarın tüm haberlerini
yalaka basından (bilmeyerek) yanlı haberlere inandığı için, basını
suçlamaya başlıyor.
Oysa demokrasiye gönül vermiş... Atatürk ilke ve inkılaplarına
yürekten inanmış... Gerçek demokrasinin Türkiye Cumhuriyeti olduğuna
da inanmış halkımızın düşüncelerine paranga vuramayan iktidar, şimdi
daha da köşeye sıkışmış durumda.

NEREDEYSE BEDDUA CEMAATİNE YÖNELİK KANUN YAPIP SAVUNMAYA GEÇİLECEK...
OLACAK İŞ DEĞİL...

Fettullah Gülen cemaati ile iktidar arasındaki anlaşmazlıkları
halkımız görünce, hep bir ağızdan şu sonuca takılıyorlar:
– “Türkiye’de neler oluyor?..”
Aslında olan biteni, inandıkları iktidarları açık açığa anlatmış olsa,
her şeyi anlayacaklar... Ama anlatılmadığı için de böylesine safhane
bir düşünceyle iktidarın her açıklamasına dikkat kesilmeye başladılar.
Oysa gerçekler çok acıdır.
Acı olan ise, ülkede:
a) Ne hukukun...
b) Ne halkın özgürlük alanlarının...
c) Ne de basından özgür haber alma hakkının olmadığını daha bu millet anlamadı.
Anlamadı çünkü, halâ “sen en büyüksün” tezahüratlarıyla iktidarı
şereflendirme yoluna gidiyorlar.
Ama inandıkları o iktidar, aslında kendilerine olağanüstü baskı
yaptığının da farkında değiller. Yolsuzluk ve rüşvet olaylarında yargı
hareketsiz bırakılmaya çalışılırken, ona inananlar halâ bir şey
görmüyorlar.
İşte tam da can alıcı soru burada başlıyor:
– “O halde görmeleri için ne lazım?..”
Tabii ki basın lazım.
O basın, iktidarın talimatıyla emniyetin yasaklandığını halka
duyurmaya çalışıyor. Özgür haber almanın kısıtlandığını... “Ben neyi
istersem onu yazacaksın” emriyle karşı karşıya kaldığını yazıyor.
Peki AKP’ye inanan halk ne yapıyor?
Bütün olayları sadece seyrediyor.
Ne, “Kendisinin haber alma hakkını arayan basının” hakkını savunuyor.
Ne de, “Demokrasinin işlemesi basın yoluyla olur” gerçeğinin önemini
savunuyor...

GELELİM GÜLEN CEMAATİNİN BEDDUASINA VE İKTİDARIN YANLIŞ YOLDA YÜRÜDÜĞÜNE...

Gülen, televizyonlarda yaptığı bedduaya karşı Türkiye’de bulunan ve
ileri demokrasiye güvenen ve hatta savunan AKP’li zihniyet, hukuku bir
kenara bırakmış... Sadece bedduanın İslami yönden söylenip -
söylenmeyeceği konusuna takılmış...
Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı, “Beddua, Peygamberimizin takip
ettiği şey değildir. Sana kötülük yapana iyilikle karşılık ver.
Bedduayla değil” diyerek açıklama yapıyor.
Oysa Kuran, bunun tam tersini söylüyor:
Nisa Suresi (93) bakın ne diyor: “Bir mümini kasten öldürenin cezası,
içinde ebediyen kalacağı Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu
lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. - (Nisa 93)
Yani Gezi olaylarında ölenleri unutturmuyor bu ayet.
Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’na şu soruyu sormak isteriz:
– “Gezi olaylarında ölen Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime Ayvalıtaş
evlat hasretinden öldü. Kalbi, evladından ayrı kalmasına dayanamadı.
Bir annenin duyduğu acı ve ızdırabı kim anlayabilir?.. Tabii İslami
anlayışa gönülden inanmış kimseler anlayabilir. Demek ki Diyanet
İşleri Başkanlığı, anne Ayvalıtaş’ın yüreceğinin acısını daha iyi
anlaması gerekiyor. İşte bu annenin, ölmeden önce yaptığı konuşma
öynen şudur: “...Bu iktidar her geçen gün yaramı daha da kanatıyor.
Acaba kendi evladı ölse böyle konuşabilir miydi? Hep yaram kanıyor.
Sekizinci ayda askere gidecekti, toprağa verdim.”
Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı’na soruyoruz:
– “Bir annenin, oğlunun ölümüne üzülmeyecek de, sevinecek mi?.. Beddua
etmeyecek de, ne yapacak?..”
O anne de şu anda oğlunun yanına defnedildi.
Ayrıca, Peygamberimiz de savaştı. Kendisine kılıç çekene karşı kılıç
çekmeyecek miydi?..
Burada asıl olan, İslami düşünce ile modern dünya şartlarında ilerleme
sağlamış bir demokratik ülkenin beddua hadislerinden yola çıkarak
değil... Hukuk ve insan haklarının yaşatılması açısından yola
çıkılarak haklı - haksız ayrılmalı... Hakkı olan hakkı da eline
verilmelidir.
İslami açıdan beddua, sadece hadis kavramları içinde insana “bedduanın
içeriğini bilmesi” yönünde hatırlatmaktır.
Oysa bedduayı okuyanın haklı olsa bile haksız yere düşürülmesi...
Haksızın omuzlarına apolet takmaktan başka bir şey değildir.
Onun içindir ki, insan haklarıyla donatılmış medeni hukukun
yaşatılması... Yargının işlevinin devam etmesi... Ceza-i müeyyidenin
tam anlaşılması için soruşturmaların önünün tıkanmaması şarttır.
Yoksa, “İslam inanışı şöyledir - böyledir” diyerek yargının ve
soruşturmanın gidişatına yön vermek” hepten yanlıştır. Çünkü yargı,
bir suçlunun veya bir suçsuzun tam anlamıyla soruşturmanın
derinlemesine inerek adalet adına savunmasını yapar.
İşte medeni hukuk budur.
Demokratik parlamenter sisteminin yaşaması ve yataşılması için gerekli
önlemlerin hukuk adına yargının elinin güçlendirilmesi budur.
Bir de olaya şu yönde bakalım:
Başbakan Trabzon’a gidiyor. Bakan Bayrak ise, orada millete para
dağıtıyor. Peki adama demezler mi, “Sen kimin parasını elaleme
dağıtıyorsun?” diye...
Burada Diyanet İşleri Başkanlığı, iktidara neden “Mitinglerde, sağa -
sola para dağıtmak günahtır” demiyor?..
Diyanet İşleri, sadece bedduaya karşı fetva vereceğine, biraz da
iktidarın miting alanlarında yaptığına... Son rüşvet ve soygun
olaylarında ayyuka çıkan görüntülere bakarak, “Bu rüşvet olaylarını
yapanları Allah asla affetmez” diyerek neden tepkisini göstermiyor?..
Hatta ve hatta, “Eğitimde bütçe çok cılızken, bize ayrılan bütçe
devasa boyutlarda. Bu böyle olursa, çocuklarımız eğitimlerini modern
çağa ayak uyduramayarak alacaklar. Bize ayrılan devasa bütçe, Milli
Eğitim’in bütçesine aktarılsın”ı neden söylemez?..
Kısaca Kuran’ın ayetlerine bakıldığında “Beddua edilecek yer var...
Edilmeyecek yer var”... Ama bir annenin oğlunun acısına dayanamayıp
ölüyorsa, o annenin ölümü bile en büyük bedduadır. Çünkü bu, Kuran’da
da önemle yerini almaktadır.
Biz burada her ne kadar modern Türkiye’nin hukuktan ayrılmaması için
yargı organlarının üstündeki baskının kaldırılmasıyla ceza-i
müeyyidenin gerçekten hak edenlere verilmesini savunsak da.... Bize
inanmayan ve hadislere önem veren bazı kesimlere biz de hadis yoluyla
şu yanıtı verelim:
– “Birkaç hadis aynen şöyle der: Peygamber efendimiz, genel bir
beddua, lanet etmedi. Ancak lanete müstahak olan bazı gruplara lanet
etmiştir. Hadis-i şeriflerde (Allah lanet etsin!) denilen zümrelerden
bir - iki tanesi şunlardır:
1– (Rüşvet alıp verenlere Allah lanet etsin!) [İbni Mace]
2– (Altın ve gümüşün kuluna paraya tapana lanet olsun!) [Tirmizi]..”
Hadi bakalım.
Madem modern yargıya, avukatlara, mahkemelere ve kanunlara karşı
hadisleri üstün tutuyorsun... Al sana bunlardan sadece iki tanesini...
İyi okuyun ve anlayın.
Evet...
Kim ne derse desin, Atatürk’ün de dediği gibi din ve vicdan
özgürlüğünün anlamını çok iyi bilmek gerekir. Din ile siyaseti asla
birbirine karıştırmamak gerekir. Yok eğer karıştırırsan, beddua ile
yargının arasındaki ince noktayı Türkiye’nin modern çağa ayak
uydurması adına yaşatamamış olursun.
Başlığımızda ne demiştik:
“Bu Savaş Bedduaya Mı? Yoksa Hukuk Ve Basın Haklarına Karşı Mı?..”
Bunun cevabı ise şudur: Bugünkü iktidar her ikisiyle de savaşıyor.
Yani hem bedduaya karşı ve hem de basın ve hukukun üstünlüğüne karşı
savaşıyor.
Daha doğrusu onları yıkmak istiyor.
Böyle anlayışla ne basını susturabilirsiniz... Ne de hukuku
durdurabilirsiniz. – Ki, o yok etmek istediğiniz hukuk, bir gün
mutlaka size de lazım olacak.
Hatta sizi savunacak da...
Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *