Sevim Güney

Sevim Güney

Yol hikayesi...

Yol hikayesi...

 Bu uzun bir yolcuulun hikatesi, devamı var . Bu sadece ilk bölüm... İzleyin efendim

Bir uçağa veya otobüse atlayıp, hiç bilmediğin yerleri keşfetmek ne harika bir duygudur bilirsiniz. Sırtında küçük bir çanta, en acil ihtiyaç duyabileceğin eşyalarınla birlikte fotoğraf makinanda varsa yanında, unut her şeyi vur kendini yollara…
Diyarbakır’dan, İstanbul’a döneceğim. Kış ayı olmasına rağmen, hava sıcak. Havaalanındayım, biraz erken geldim. Bir saat rötar diye anons yaptılar. Bekleyeceğiz başka çare yok. İyi ki sigaraya tekrar başlamışım. Bu da sigarayı bırakamamanın tesellisi. Ah! yıllar önce bırakmıştım size anlatacağım bu hikayeyi, belki birinin bırakmasına sebep olur diyerek. Çıkıp sigara içip, kitap okuyarak vakit geçireceğim. Beklerken dakikalar zor geçiyor. 
Sabır dersen bende fazlasıyla var zaten, hatta bazen sabrıma sinirlendiğim bile oluyor. Bu ülkede delirmeden yaşamak için sabır şart. Bütün günü bazen sadece iki fatura yatırmak, bir devlet dairesinde işlem yapmak için harcadığımızı düşününce… 
Ne yapacaksın işte alıştık, artık bol bol sabrım var çok şükür. 
Akşam koy beni bir yere beklet de gelme, sabaha kadar beklerim, o kadar yani.
İstanbul havaalanından sonra bütün havaalanları küçücük geliyor insana. İçeride birkaç tane kafeterya var. Sessiz sakin bir yere oturup kahve söyledim. Kahve eşliğinde kitap okumak çok iyi geldi. Zaman da hiç geçmiyor, bu zaman kavramı çok acayip bir şey, bazen geçsin istiyoruz, saniyeler yıl gibi oluyor, bazen de en keyifli anlar da dursun diyoruz. Kahve üzerine çay faslına başladım.
Dışarı çıkıp bir sigara daha içeyim bari diye düşünerek hesabı istedim, genelde insanlar havaalanında 3-4 kat fazla para öder yediğine içtiğine. Sanki uçanlar hep çok zengin. Hesap sekiz lira diyor garson. Şaşırdım yine. İnsanlara iyilik yaramaz ki, İstanbul’da bir kahve fiyatına, burada bardak bardak çay, kahve içiyorsun. Niye bu kadar kazıklıyorlar İstanbul’da diye için için üzülüyorum. Bu adam kar ediyorsa bu fiyatla, İstanbul’da ki işletmeci kaç kat kar ediyor? Helallik, haramlık konusuna hiç girmeyeyim ben en iyisi.
Bir anons yapılıyor, “İstanbul’ a gidecek yolcuların, güvenlik kontrolünden geçmeleri rica olunur.” 
Hay hay, memnuniyetle, bir an önce binip gidelim hadi diye içimden geçirip, çantamı kapıp sıraya giriyorum.
Bir anons daha yapılıyor “Filanca havayolları ile Antalya’ya gidecek yolcuların iki no’lu çıkış kapısına gelmesi rica olunur”.
İnsanlar uçağı kaçırmamak için koşturuyor. Ellerinde pantolon kemerleri ile güvenlikten geçerken, tomografi çektirmiş hastalara benziyorlar.
Hani, bir buçuk litre su içirip muayeneye alıyorlar ya, sonra da pantolonun fermuarı açık can havliyle tuvalete koşturuyorlar, görüntü aynen öyle.
Bu aralar çok dalgınım, milleti izlerken az daha Antalya kuyruğuna girecektim.
Komediye bak. Anaa, bir gözünü açıyorsun Antalya. Fena da olmaz aslında. Sıcacıktır Antalya şimdi.  Ama bagaj İstanbul’a gidecek, yürüyen bantta dönüp dönüp duracak valizin.
Havalandıktan sonra “şoför bey, müsait bir yerde dur” deme şansında yok.
Off, sıkıldım ya keşke otobüsle dönseydim. Uçak kısa oluyor diye tercih ediyorsun anacım ama nerdeee?  İki saat önce havaalanında olacaksın, sonra rötar yaptı bekleyeceksin, İstanbul’a indiğinde tekrar dünya kadar yol ve trafik çekeceksin, ne anladım bu işten! 
Otobüs yolculuğunu da çok severim, hele o yarı uykulu indiğimiz mola yerlerinde hafif bir üşümeyle sarıldığın bir bardak çayı içmek ne keyiflidir. Zaman varsa tesis içindeki hediyelik eşyalara bakmak,  belki hiç kullanmayacağın bir şey almak ne güzel.
Bindikten sonra, camdan bakarken yanından hızlıca geçip kaybolan şeylere bakmak, gitmek, gelmek güzel. Hele bekleyen biri varsa kavuşmak çok güzel.
Vedaları sevmiyorum, herkes gibi... 
Uçak ve otobüs değil de trenler hüzün verir bana hep. Neden bilmiyorum, rengi kara diye belki.  Aslında kimseyi trenle uğurlamadım, kimseden trenle ayrılmadım. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum. Kim bilir belki de trenlere yazılmış şarkılardandır. 
Eskiden, yetmişli yıllardı sanırım, birçok Türk vatandaşı, Almanya’ya işçi olarak gitmişti. O dönemi hatırlayanlar vardır muhakkak. Ben o zaman epey küçüktüm. Oraya gitmeyi kurtuluş olarak görürlerdi. Gerçi şimdilerde de medeni bir yerde yaşama hayali birçok insanda var. Almancılar, Türkiye’ye yaz tatillerinde altlarında mercedes, başlarında şapkayla gelirlerdi. Gurbet kokan çok şarkı yazılmıştı o zamanlar. İşte o şarkılarda çok geçerdi tren. Birini hatırlıyorum mesela “Almanya treni kalkıyor gardan, gönül ister mi hiç ayrılmak yardan” belki de ondandır trenlere karşı duygusallığım.
Neyse, kendi kendime psikoterapi yapıp çocukluğuma inmek istemiyorum şimdi. Bir ara bu konuyu düşünmem gerek ama şimdi sırası değil.  İstanbul havaalanına insem yeter bana şimdilik.
İnsanlara bakıyorum, eş, dost, akraba, arkadaş gelmiş, gidenleri uğurlamaya. “Gidince ara”, “Allaha emanet ol” sözleri duyuluyor.
Yalnız olmanın böyle bir avantajı da var. Dönünce kimseyi aramam gerekmeyecek. Kimse beni merak etmeyecek.  Çevreyi gözlemleyeyim bari ben.
Orta yaşın üzerinde bir adam, bir kadını alnından öpüyor. İçim bir hoş oldu, güzel manzara. Bir kadını alnından öpmek bambaşka bir duygu. Orada şefkatten, sevgiden öte bir şeyler var. Daha mı anlamlı ne? Ben zaten oldum olası sarılan, öpüşen insanları çok severim.
Aman, bende durdum bir şeylerde anlam arıyorum, işin mi yok kızım sana ne, neresinden öperse öpsün. Şimdi sende bunlara yoracak kafa mı var?
Hadi artık, kalksın artık şu uçakta, nereye gidecekse gitsin. Yoruldum bu gün yalnızlıktan.
Düşünüyorum da, bugün sadece üç kez konuştum galiba. 
Otelde kahvaltıya indiğimde “günaydın”, taksiciyle “havaalanı lütfen”, bir de gün içinde “Meryem ana kilisesi nerde” ? 
Kiliseyi sormak için boşuna konuşmuşum zaten, zaman yetmedi gidemedim. Bazen kimseyle konuşmadığım günler oluyor, o zaman konuşmayı unutmuşum gibi hissediyorum.
Haaa, birde dolaşırken, Diyarbakır kalesi üzerinde yazan yazılara takıldı kafam.  “Aslı seni seviyorum”, “Murat seni seviyorum” gibi aşk sözleri yazmışlar. Yahu ne diyeyim ben size, adamlar çin seddi gibi kale yapmışlar, siz oraya tebeşirle “seviyorum” yazmayı marifet mi sanıyorsunuz?  Orada 30 uygarlığı yansıtan motifler, kitabeler var. Ayıp, ayıp…
Kalelere isim yazıp, banklara, ağaçlara kazı yapacaksın da ne olacak be arkadaş?
Seviyorsan git ona söyle, bitsin. Ya da daha yaratıcı bir şeyler bul.
Hani bazen, ev sahibi “buraya çöp döken eşşektir” yazar kapının önüne  ama başa çıkamaz, yine çöp dökerler hem de “eşşek” olmayı göze alarak. Eşek güzel hayvandır severim ben, burada ona biraz haksızlık oldu sanki. 
Ne çok yorulmuşum meğer yürürken, ayaklarımın sızladığını oturduğumda anladım. Uçağa bir yerleşsem, okurken kestiririm belki biraz. 
Otobüs yolculuklarında, bazen yanındaki çok konuşmayı seven biri olur, çocukluğundan itibaren hayat hikayesini elin mahkum dinlersin,  hatta yemek tariflerine bile girer, çocuklarının hangi yemeği sevip sevmediklerini de öğrenirsin. Bir süre sonra da, çocuklar sanki elinizde büyümüşte tanıyormuş gibi hissetmeye başlarsın. 
Uyumak istersin uyuyamazsın ama uçakla seyahat edenlerde Allahtan böyle bir durum yok. Belki yolculuk süresi kısa olduğu içindir diye düşünüyorum.
Ben sağa sola bakıp, bir şeyler yazmaya çalışırken, havaalanında sesler azaldı. Başımı kaldırdığımda bir de ne göreyim “uçağa son çağrı” yazıyor. Yazıklar olsun bana yaa, gözümle baka baka uçağa el sallayacağım nerdeyse. Herkes gitmiş yerleşmiş, ben uçağa doğru koşturuyorum. 
Uçak rötar yapınca biz bekliyoruz, bir kere de biz rötar yapsak ne olur sanki?
Nihayet bindim, sırt çantamın içinden kitabımı çıkarıp, çantayı üste yerleştirdim. Yerim koridor tarafında ama cam kenarında bir bayan oturuyor, orta koltuk boş. Ortaya oturmam daha doğru sanırım. Bayanın yanına tabii, ee bizde de mertlik var ya bir şey diyemiyorum. Otobüs şirketleri, bayan yanına bay vermiyor ama havaalanları bu kuralı pek sallamıyorlar galiba. Ne olacak ki sanki bayan yanında bay oturunca, saçmalık.
Onun koltuğu ayrı, senin ki ayrı. En fazla uyuyunca adamın omuzuna düşersin. Neyse ki uzun bir uçuş değil.  Geçen yıl, on üç saat süren uçak yolculuğum olmuştu. Yanımda Fransız bir çift oturuyordu. Fransızlar kibardır derler, doğruymuş.  Koridor tarafındaydı yerim. Ben bir ara dalmışım, adamın omuzunda mışıl mışıl uyumuşum,  uyandırmamış. En sonunda, tuvalete gitmek zorunluluğu hissetmiş olacak ki, hafifçe dürttü beni, nasıl utandım anlatamam. Uyku sersemi adama “Sorry, sorry” diyorum. Ayaklarımı koridor tarafına çekip yol vereyim istedim, bu sefer önümdeki koltuğun cebine koyduğum kulaklık kablolarına dolaştı adamcağız. 
Of, tam komedi. Sonunda, uçağımız havalandı. Bu gece acayip türbülansa girdik. Bir ara tırstım, çok salladı kaptan çook.  Aaa, kaptan dedim de, tam 20 dakika oldu uçak kalkalı, pilotun sesi hala yok. İnşallah pilotsuz uçmuyoruzdur. Tanıtmadı kendini, tanıtsa ne olacak, zaten hiçbir uçuşumda, isimlerini tam olarak anlayamıyorum ki. Ne dedikleri pek anlaşılmıyor pilotların, yorgun, bezgin gibi bir sesleri oluyor, sanki ne dedikleri anlaşılmasın diye uğraşıyorlar. Bu gece hosteslerde acil durumlarda ne yapacağımızı anlattılar mı acaba hiç görmedim, yada ben farketmedim. Pandomim yapıyorlarmış gibi geliyor bana. Zaten, baştan sona o hareketleri de hiç izleyememişimdir.
Acil durumda ne olabilir ki? Uçak düşer işte. Düşen bir uçaktan da bu güne kadar oksijen maskesiyle, can yeleğiyle kurtulan hiç duymadım.” Önce kendinize, sonra çocuğunuza takın oksijen maskesini”  diyorlar ama uçak düştü mü herkese geçmiş olsun, tüpmüş, yelekmiş hiçbir şey kurtaramaz bizi.
Hani birde, acil çıkış kapısının önünde oturan yolcular için anons yapılır ya,  bugüne 
kadar “ ben bu görevi yerine getiremeyeceğim” diyenine hiç rastlamadım arkadaş. 
Acayip bir milletiz valla, yeter ki görev olsun. Bir kere bende denk gelmiştim o kapıya, ayıp olur diye yapamam diyemedim. Bugüne kadar kimsenin yapamam dediğini duymadım, bana salakmışım  gibi bakarlar diye korkarım. Neyse, acil durum olursa bakacağız artık bir şeyler.
Laf arasına sıkıştırayım bari, birkaç kere ulaşacağım yere nasıl giderim diye adres sordum, maaşallah herkes her yeri biliyor. Tarif ettikleri gibi gittim, gitmez olaydım, sormaz olaydım. Kayboldum iyice. Bilmiyorum desen ne olur arkadaşım ya, bilmemek ayıp değil ki, anladım yardım edeyim diyorsun ama inan bana kötülük ediyorsun. Bilmediğim sokaklarda volta atıp duruyorum. Allah rızası için bilmeyen bilmiyorum desin bana. 
Ayy, bu gece öleceğim sanki. Gözüm de seğirip duruyor. Sol seğirince pek iyi şeyler olmaz bana ama neyse içimi ferah tutayım ben yine de. Doktorlar göz seğirmesinin hastalık olduğunu söylemiyorlar mı zaten, öyle düşüneyim bari.
İşte beklenen an! Pilotun sesini duymadık hala dedim ya, bip sesi geldi. Mikrofon açılıyor besbelli. Sonra biri konuşmaya başladı nihayet. Ama birinci pilot değil, ikinci pilotmuş.
Varsın ikinci olsun ya, insan uçakta bir değil,  iki pilot olduğunu bilince daha da rahatlıyor. Birinci kaptanı da merak ediyorum ama hadi neyse, saat geç oldu ya belki konuşmak istemedi adamcağız.
Hayret, ne dediği anlaşılmıyor pilotların demiştim ama adam spiker gibi tane tane süper bir Türkçe ile konuşuyor. Bak yine kendi kendime mahcup oldum.
Bilgileri verdi sağolsun, ne kadar yüksekteyiz, nerelerden geçip ulaşacağız varacağımız yere falan filan. Rötardan dolayı özürünü de diledi, her şey tamam.
Uçak şirketlerinin şu aylık dergileri var ya onlara bayılıyorum. Hele ülkelerle, şehirlerle ilgili gezi yazıları, fotoğraflar. Uçaktan inmeden devam edesim geliyor yolculuğa. Mutlaka inerken de alırım o dergiyi, yolda bitiremem çünkü. Kitabımı açıp okumaya başladım, bir ara uyumuşum. İnşallah başım sağa sola düşmemiştir, bir daha rezil olmayayım. Bu arada size havaalanındaki teyzeleri mutlaka anlatmam lazım. Havaalanına indik, bagajımı aldım, çıkmadan bir tuvalete gideyim dedim. İki yaşlı teyze tuvalet kapısında, “kızım bize lambayı yaksana” dedi. Önce anlamadım.
“Teyzecim, o sizi görüp yanar” dedim. Ama “yok yanmadı” dediler.
Ben geçtim önce, ışıklar yandı, arkamdan geldiler. Sonra wc’ye girdim çıktım. Baktım, teyzeler orada el yıkayacaklar ama bu sefer lavabo ile sorunları var. Musluğun sağına soluna bakıp dokunuyorlar, tepesine vuruyorlar. Hani eskiden televizyon da görüntü gittiğinde tepesinden yumruklardık ya öyle. Fakat inanmazsınız, yumruk atınca gerçekten görüntü düzeliyordu. 
Eee ne demişler ;
“ Nush ile uslanmayanı etmeli takdir, takdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
Teyzeler, “kızım bu su niye akmıyor” diye sordular. “Teyzem” dedim,” elini altına tut, elini görünce akıyor o” dedim. Bana baktılar önce, sonra başardılar. Aman ne dualar “kızım Allah razı olsun, cahillik işte” falan. Kıyamam ya, öyle şekerler ki.
Allahtan uçak biletleri ucuz, hatta arada kampanyalı. Herkes binebiliyor, otobüs fiyatından bile ucuza geliyor bazen.  Eskiden sadece zenginler binerdi uçağa ama artık herkes binebiliyor, buna seviniyorum. 
Bir de uçakta şu telefon kapatmama konusunda ısrar edenlere sinir oluyorum. Arkadaş; artık biliyorsun bindiğin zaman kapat şu telefonunu. Eskiden ne yapıyordun telefonsuz?  Uçak terminale girmeden açmayın diyorlar, topu topu beş dakika daha duracaksın. Ama yok nerdee… Uçağın tekeri yere değer değmez, can havliyle telefona sarılıyor herkes, “dıt dıt”, “bip bippp” sanırsın devlet meselelerini konuşacak.
Bir gün çoğunlukla içinde hacca gidecek yolcu bulunan bir uçuşa denk gelmiştim. Yaşlı insanlar çoğunluktaydı. Teyze, uçaktan çocuğunu arıyor;  “ biz iyiyiz oğlum merak etme” aradan biraz geçiyor “varınca haber veririm” diye on dakika arayla rapor veriyor. Hostes geldi, lütfen telefonu kapatın diye uyardı. Ama gördüğüm kadarıyla herkeste telefon açık. Teyze hostese tamam dedi ama kapatmadan cebine koydu telefonu. 
Epey bir zaman uçtuktan sonra, telefonu yine çaldı. Eğildi aşağıya doğru sessiz sessiz konuşuyor. Hostes yanına geldi tekrar ” ee, teyze kapatmadın mı sen bu telefonu, hep beraber düşeceğiz” diye sinirli bir ifadeyle söylendi. Bu sefer teyze “kapatmayı bilmiyorum, kapatırsam şifreyi bilmiyorum, açamam sonra” dedi.  
Ne renkli insanlar var ya.  Aslında benim annem çok renklidir. Onda da panik atak var, tek başına hiçbir yere çıkmaz. Biz sebepleniyoruz onun komikliklerinden ama ne çok insan mahrum kalıyor, üzülüyorum gerçekten.
Mesela birini anlatayım size. Bir gün anneme hal-hatır sormak için telefon açtım. Annem ağlıyor. Korktum kötü bir şey mi oldu diye. Sordum,” anne iyi misin?” 
“Evet, iyiyim” dedi. 
-Neden ağlıyorsun o zaman?
-Çok duygulandım bugün, ondan” dedi. Neden bu kadar duygulandı diye merak içindeyim. Meğerse o gün kandilmiş ve Belediye başkanı hattın diğer ucunda, “Kandiliniz mübarek olsun” demiş. 
Aman aman, annem ona telefonda dualar, teşekkürler ediyormuş. “Anne ciddi misin bunun için mi ağlıyorsun sen”, dedim. “Evet” dedi. 
-Ehh be anne dedim, adamın işi gücü yok tek tek evlerimi arayacak, telesekreterle konuşmuşsun sen” dedim.  Önce biraz bozuldu telesekreterle konuşmuş diye.  Bir süre sonra toparlandı , bozuntuya da vermek istemiyor. Tabii sonra bizde kahkahalar, hala arada aklımıza gelince kırılıyoruz gülmekten. Ama şimdi de başka bir tuhaflık var. Canlı konuşanların telefonlarını kapatıyor, banttan konuşanları dinliyor.
Bu arada, nihayet İstanbul’a geldi uçak alçalıyoruz. “dıt dııt” “bi bip, bi bippp”
Aman çabuk açın, Amerika Başkanı arıyor.
 Pırıl pırıl şehrin ışıkları, gösterişli, gecesi güzel İstanbul sana selam olsun. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sevim Güney Arşivi